Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2005) > Dosya > İkrar ile inkâr arasında AK Parti’nin kimliği
Dosya
İkrar ile inkâr arasında AK Parti’nin kimliği
Yasin Aktay
Merkez’de İslamcılığın İmkânı
AK PARTİ’Yİ ortaya çıkaran Milli Görüş hareketinin gelişimi Türk siyasal hayatı içinde birçok bakımdan kendine özgü ilginç bir örnek oluşturmaktadır. Siyasal yelpazenin en uç noktasından gelip siyasetin merkezine yerleşmek, bu mesafeyi kat ederken izlenen yol, yaşanan tecrübeler, Türkiye’de merkez-çevre ilişkilerinin tarihi veya siyasal kültür ve geleneğin dönüşümü açısından birçok yeniliği beraberinde getirmiştir. Türkiye’de klasik merkez-çevre diyalektiğinin bu aşaması da beklendiği gibi yaşanmamış, AK Parti’nin dayandığı toplumsal taban merkeze doğrudan hareket yerine, fiilen kendine bağlı bir merkezi ve çevresiyle bütünlük oluşturan bir toplum yaratmıştır. Bu toplum Türkiye’nin içinde yaşayan farklı Türkiyeler gerçeğini pekiştirmiştir. Sembolik sermayelerin değerini yer yer ekonomik sermayenin önüne çıkarabilen bir (ir)rasyonaliteyi hâkim kılmış, birbirine karışmaksızın, belki ancak zayıf bağlarla eklemlenerek var olan yeni bir tabakalaşma sistemini kurumsallaştırmıştır. Bu toplumlardan İslam’ı hayatında bir şekilde referans alanı kendi toplumunu şekillendirdikçe, sermayesini ve etkinliğini arttırdıkça, kendi merkez-çevre eksenleri de belirginleşmeye başlamış; işin ilginci bu merkez de başka toplumları cezbetmeye başlamıştır. Bu ilgiye verilen olumlu yanıt, bu ilginin sahipleriyle kurulan yeni iletişim, İslamî olmayı önceleyerek başlamış olan hayat tarzının da giderek dönüşmesine ve yeni tatlar benimsemesine yol açmıştır. Bu yeni tatlar, yeni kimlikleri, yeni kişilikleri şekillendirmiştir.
Bir genelleme yapmak tabii ki imkansız ve gereksiz. Her şeyden önce homojen, imtiyazsız, sınıfsız, bölünmez bütün bir toplum idealine dayanan resmî görüş açısından bu boyutlardaki bir toplumsal farklılaşmanın bir tehdit olarak görülmesi anlaşılabilir. Bilhassa semboller üzerinden yürütülen farklılık iddiasının yarattığı tehdit algısının Türk siyasal iktidarı üzerinde sürekli bir gerilimin konusu olacağını kestirmek zor olmaz.
Toplumsal düzeyde yaşanan dönüşümün anlamlı olabilecek bir hikayesi bu şekilde yazılabilir. İşin siyasî boyutu ise, 28 Şubat süreci olarak yaşanan müdahaleyle ortaya çıkan siyasal temsil sorununu işaret etmektedir. Neredeyse bütün kurumlarıyla ayrı bir toplum görüntüsü veren bir kitlenin siyasal temsili engellenemezdi. Ancak bu temsile, dayandığı toplumsal tabanın gücüyle mütenasip bir siyasal iktidar ve özgüven duygusundan koparılmadan izin verilmedi. Sonuçta iki partiden adı AK Parti olanı, İslamcı bir ontolojiden tamamen soyutlanamasa da, siyasal söylemini İslamcı sembollerden arındırmaya dikkat etti. Müslümanlığı bir kimlik olarak benimsemiş olan kendi kitlesiyle haberleşmek için başka bir dil geliştirdi. Partinin kimlik olarak ilan ettiği muhafazakârlık, yine de İslamcı bir siyasetin reel-politik şartlarda kendisine anlayış esirgenmemesi gereken mümkün ve meşru dili olarak algılandı. Yoksa muhafazakârlık, İslamcılığın Türkiye’deki hafızası içinde yargılanmış, aşılmış ve aşağılanmış bir seviye olarak kodlanmıştır. AK Parti, dayandığı kitleyi sadece temsil etmemiş, aynı zamanda ona liderlik etmeye soyunmuş; bu kitlenin kendiliğini, kimliğini gözden geçirmesini gerektiren bir yola girmiştir.
Bir kimlik olarak veya bir ontolojik tecrübe olarak İslamcılık, doğası gereği, insanların istedikleri zaman askıya alabildikleri bir şey olamaz. AK Parti’nin parti olarak İslamcı olmaktan imtina etme çabaları, kuşkusuz partinin kimliğinde ilk etapta dikkate alınması gereken ifadelerdir. Bir Parti’nin İslamcı olma imkanının yasal olarak zaten mümkün olmadığı bir ortamda, partinin İslamcılıkla ilişkisine başka türlü cevap vermesi beklenemez. Parti işi, liberal siyasetin veya Türkiye’deki mümkün siyasetin kapsamı içinde sınırlı-sorumlu teknik bir iş olarak algılandığında, bu işin kapsamına İslamcılığı sokmanın bir münasebeti yok sayılabilir. Zaten AK Parti’nin resmî söylemi de en azından bunu ifade etmeye çalışıyor. Ancak AK Partinin İslamcılıkla münasebeti konusunda yürütülen argümanlar genellikle İslamcılığın muhtemel farklı tanımları arasında hiçbir ayırım yapmadan üstünkörü çalıştıkça, bu tartışmanın içinden çıkılmaz. Ancak, AK Parti’nin kimlikten sorumlu yetkililerinin bile muhtemelen üzerinde hiç durmadıkları bir tanımına göre İslamcılık, nihaî anlamda İslam’ın çıkarlarını gözetmek, İslam’ın değerinin yükseltilmesini savunmak olarak düşünüldüğünde, liberal siyasetin cenderesine düşmüş bir siyasal aktörün İslamcı olmadığını söylemek bile İslamcı bir borcun ifası olarak düşünülebilir. Bir kez bulaşılmış bir pisliğe yüce İslam’ı bulaştırmama olarak tezahür eden bir duyarlılık olarak İslamcılık… Ayrıca kültürel düzeyde bile kimliklerin istenildiği zaman kolayca soyunulup bir kenara asılamayacağı aynı gerçeğin başka bir yanını oluşturuyor. Sorunu Recep Tayyip Erdoğan’ın “değişti-değişmedi” fal oyununa indirgemekse en kötüsü, ama maalesef en seçkin(ci) analizlerin bile kaçınamadığı bir basitlik.
 
Tabanı Temsilden İnşaya: AK Parti’nin Kimlik Kurucu Misyonu
Aslında bu kulvarda daha fazla ilerlemeden, açıkçası, Türkiye’deki İslamcı kitlenin, gerçeklik değerlendirmesiyle, bütün icaplarıyla bir İslamcılığın yükünü çekmeye ne hazır ne de talip olduğu görülmüştür. Türkiye’de İslamcı kitle neye talip olmuşsa, AK Parti bir bakıma onun siyasî bir ifadesi olarak ortaya çıkmıştır. Toplumda, ülkede, devlet aygıtında talip olduğu yeri alabilmek için kendi içinden bir talep mekanizması olarak ürettiği Parti, biraz da İslamcı kitlenin kolektif aklının bir sonucu olmuştur. Türkiye’de halk ne kadar İslamcılık talep ediyorsa, AK Parti o kadarını ifade etmeye, halk İslamcılığın yükünü gerçek anlamda ne kadar çekmeye talipse AK Parti de o kadar çekmeye talip olmuştur. Bu açıdan AK Parti’nin halktaki İslamcı talepleri yumuşattığı ve sisteme entegre ettiği yönündeki bir değerlendirme halka bir fazlalık atfetmek açısından klasik halkçı söylemin bir türevi olarak düşünülmelidir. Yine de bu ilişki her zaman dönüp dönüp sorulacak, sorgulanacak ve her türlü siyasî dönemeçte AK Parti ve lider kadrolarının önüne konulacak bir soru olacaktır. Parti’nin temsil ettiği kitlelerin kimliğini dönüştürme konusundaki rolünde işgüzarlığa kaçan yönlendirmeler bu esnada daha fazla dikkat çekecektir.
AK Parti’nin, biraz da Erdoğan’ın kişisel karizması dolayısıyla tabanı başarılı bir biçimde genişletmesi, kendisine, temsil ettiği kitleye karşı bir liderlik misyonu da yüklemiştir. Bu belki halk-parti ilişkisinin doğasının gerektirdiği bir durum olabilir; ancak yine de AK Parti örneğinde bu durumun biraz daha özellikli olduğunu söylemek mümkündür. AK Parti mevcut şartlar içinde, geniş tabanlı bir hükümet adayı olarak mecbur kaldığı kimlik arayışında demirlediği muhafazakâr demokratlığı başarısı oranında benimsemekle kalmamış, tabanına da benimsetmeyi başarmıştır. Bu anlamda, yukarıda da değindiğimiz gibi, İslamcılığın çok önceden itibaren yargılamış ve aşmış olduğu muhafazakâr kimlik, içeriği yeniden doldurulmuş şekliyle de olsa benimsenmiş görünüyor. Kuşkusuz içeriği ne kadar farklı doldurulursa doldurulsun, kavramın ait olduğu gramer dünyasından atamayacağı tortuları getirmekten geri durmayacağı muhakkaktır. Muhafazakâr demokrasi kavramının siyasî literatürde pek yeri olmamasına karşılık, partinin bu konudaki yaratıcı muhayyilesinin temsil gücü ve karizmatik liderlik unsurlarıyla birleşerek kavramı geçerli hale getirmesi söz konusudur. 
Burada yeri gelmişken karizmatik unsurun bu kimliğin oluşumundaki payını bilhassa vurgulamakta fayda vardır. Her ne kadar güçlü ve köklü bir sosyolojik ve kültürel tabana dayanıyorsa da, AK Parti’nin bugünkü başarısı sadece bu temsili üstlenmiş herhangi bir parti olmasıyla açıklanamaz. Tayyip Erdoğan’ın kişiliği partinin tabanından her düzeydeki örgüt yapısına kadar güçlü bir tutkal oluşturmakta, bir karizmatik toplumsal sermaye işlevini yerine getirmektedir. Üstelik bütün sosyolojik tabanına rağmen, hâlâ partiyi ayakta tutan en güçlü tutkal bir yandan Erdoğan’ın kişiliği iken, diğer yandan 28 Şubat’ın siyakında ve sibakında Türk siyasetine güçlü bir eser bırakmış olan siyasal gerilim ve kamplaşmalardır. Çoğu kez bu kamplaşmalar her türlü ekonomik çıkarı, rasyonaliteyi önemsizleştirerek, hatta iptal ederek işler. Ancak Tayyip Erdoğan’ın karizmatik kişiliği bu gerilimler üzerine oturan siyaseti aşarak, ilk defa bu tabanın farklı kitlelere de açılmasına öncülük etmiştir. Bu açılımın beraberinde getirdiği açık siyasal başarı, ilkeler veya doktrin planındaki maliyetlerin muhasebesini bir ölçüde önemsizleştirmiştir. Ama her türlü siyasal başarısızlığın hemen ardından bu konudaki hoşnutsuzlukların önemli bir muhalefet söylemini besleyeceği açıktır. Kitlelere bu şekilde de olsa gerçekleşen açılım, AK Parti’nin bir noktaya kadar Türkiye’nin Düzeni içindeki kabul edilebilir, meşru siyasal kimliği olarak muhafazakârlık çizgisine kadar çekilmesini gerektiren bir açılım olmuştur. Muhafazakârlık bu anlamıyla İslamcı kitleler ile derin siyaset arasındaki bir uzlaşmanın ifadesi olmuştur.
Aslında ilginç bir durum olarak, Parti’nin kuruluşunun dördüncü yılı, iktidardaki sürenin de üçüncü yılı tamamlanırken, yapılan icraatlarda muhafazakâr olarak nitelenmeyi hak edecek hiçbir şeyin yapılmamış olduğunu yeri gelmişken kaydetmek gerekiyor. Burada fiilen Türkiye’deki müesses kurumlar veya siyasî alışkanlıklar ve unsurlara karşı hiç de muhafazakâr olmayan, olumlu anlamdaki değişimci rol ile muhafazakâr kimlik arasındaki çelişki üzerinde durulabilir. Bu anlamda partinin klasik muhafazakârlığın genellikle sergilediği devletçi, resmî ideolojinin taşıyıcısı olma rolünden uzak durması, Kürt meselesinde bile milliyetçi sınırları bir hayli zorlaması muhafazakâr kimliğin olsa olsa tanıdığımızdan başka bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmasını resmediyor. Ancak muhafazakârlığın dünyanın her tarafında gerektirdiği, Türkiye’de ise dindar kitlelere karşı ödenmesi gereken siyasî bir borç olarak beklenen hiçbir icraatın henüz ortaya çıkmamış olması daha önemlidir. Ne başörtüsünde ne de meslek liselerine uygulanan katsayıda, ne ailenin durumunda ne de genel olarak din eğitiminde (ki bunlar, bir partinin bugünkü durumda muhafazakârlığını sergileyebileceği en önemli alanlardır) hiçbir iyileşmeyi başaramamış olması, hatta giderek bu alanda sistemle bir çatışmaya girmekten özenle kaçınması, AK Parti’nin muhafazakârlığını ancak bir alanda ispatlayabildiğini gösteriyor gibidir: Devletin sınırlarına ve toplumsal istikrar mitolojisine olan bağlılığı alanında. Erdoğan’ın her türlü detaylı ve tutarlı program, söylem veya doktrin beklentilerinin ötesinde salt kişisel özellikleriyle siyasal bir arzı temin etmesi, bir yandan Türk siyasî hayatında, daha önce Menderes’le başlayıp Demirel, Ecevit ve Özal ile devam eden bir teamülü tekrarladığı düşünülebilir. Bu büyük ölçüde doğrudur da. Ancak Erdoğan’ın AK Parti örneğinde, diğerlerine nazaran çok daha farklı bir yönü var. Yirmi birinci yüzyılın eşiğinde iyice şekillenmiş yeni toplumsal tabakalarla olan organik ilişkisi, bu konudaki seleflerinden onu farklı kılıyor. Orta yerde duran Milli Görüş geleneği ve İslamcı siyasal birikim bir şekilde blok bir temsil tercihi yapmıştır. Erdoğan’ın kişisel karizması muhtemelen bu bloğun diğer kitlelerle buluşmasını sağlarken, selefleriyle buluşmasını kolaylaştırmıştır.
Yine de bu, AK Parti’nin belki de mümkün ve meşru bir alan olarak çekildiği muhafazakâr kimliğinin geçerliliğini iptal eden bir durum değildir. Hatta Türkiye’deki parti kimliği kültürünün bir tür yeniden üretimini de sergiliyor. Esasen Türkiye’de siyasal partilerin, özellikle yukarıda değindiğimiz gibi, iktidara aday siyasal partilerin bir kimlik partileri olmaları fiilen mümkün değildir. O yüzden kimliğin ne olduğu çok fazla önemli değil, bu kimliği ilan eden parti etrafında oluşan mensubiyet bağları çok daha önemlidir. Bu durumda AK Parti’nin ilan ettiği kimlikten ziyade, bu mensubiyeti hissedenlerin, hissetmeye devam ettikleri sürece, hissedecekleri kimlik daha belirleyici olacaktır. İlan edilen resmî söylem ile temsil edilen tabanın hissettikleri arasında, zımnen süren bu iletişim, piyasa koşullarının, küresel siyasallaşma ve toplumsallaşma biçimlerinin de katılımıyla kimliğin temsili ve hayatiyeti konusunda yeni açılımlara gebe görünüyor.
Tam da bu gevşek bağlılıkların çağrışımına kulak verildiğinde, özellikle Türkiye’nin AB’ye giriş sürecinde sıkça merak edilen bir soruya geçmenin yeridir. AK Parti’nin temsil ettiği kitleyle ilişkisi nedir? Daha açık bir deyişle AK Parti’yi bir tür Müslüman Demokrat Parti olarak düşünebilir miyiz? Yazının bundan sonraki kısmında bu soruya cevap aramaya çalışacağız.
Esasen AK Parti yetkilileri başından itibaren Müslüman demokrat kimliğini de hiçbir şekilde üstlenmediler. Aksine muhafazakâr demokrat kimliğin başka hiçbir şey ima etmeksizin, “ne diyorlarsa o” olduğundaki ısrarları dolayısıyla bu kimlik terkibinin bir yakıştırmadan başka bir dayanağı kalmamıştır. Bu yakıştırma biraz Avrupalıların şaşkınlıkla, merakla ve soruyla karışık bir ifadesiyle, biraz da Türk sosyal bilimcilerinin kuramsallaştırma girişimleriyle telaffuz edilmiştir. Özellikle sonrakiler, AK Parti’nin yazılmış olduğu muhafazakâr demokratlığın bir kimlik olarak literatürdeki karşılıksızlığına gönderme yapmakta ve bunun hiçbir şey ifade etmediğini söyledikten sonra, bir Müslüman demokrat parti olasılığını parti tabanının veya öncü kadrolarının geçmiş tecrübe ve söylemlerine daha fazla yakıştırıyorlar. Oysa geçen zamanda AK Parti’nin ileride biraz daha üzerinde durulacak nedenlerle Müslüman demokrat yaftasından sadece kerhen ve söylemle değil, aynı zamanda bilerek-isteyerek ve fiilî uygulamalarla uzak durmaya çalıştığı görülmüştür.
Ortaya çıkan bu durumu uzlaştıracak olan iki noktaya değinilebilir. Birincisi, AK Parti kadrolarına Müslüman demokratlığın daha fazla yakıştırılması, siyasal kültürümüzdeki süreklilik algımızdan da beslenen bir tür beklentiyi ifade ediyor olmasındandır. AK Parti’nin Müslüman demokratlık yapması beklenmektedir. AK Parti’nin Müslüman demokratlığın içini doldurma konusundaki performansı zayıf hatta kusurlu bulunsa da, bir tür “popülist demokrasi” tercihini aşarak Müslüman demokratlığa ulaşamadığı düşünülmektedir.
İkincisi, yine bununla ilgili olarak İslamcı diye bilinen birilerinin her türlü faaliyetlerinin doğrudan İslamcı bir tabela altında yapılması gerektiğine dair varsayımın AK Parti’nin İslamcı kökenli kadrolarınca radikal anlamda karşılıksız bırakılmaya çalışılması. Bu yapılırken, siyaset yapmayı, dinle veya İslamcı kimlikle olan ilgisi ayrıştırılabilir teknik (dolayısıyla tümüyle dindışı/kimlikdışı/nötr) bir işe indirgeyen liberal söylemden açıkça bir argüman devşirilmiş oluyor. Belki yine mecburiyettendir. Bu konuda bir şey söylemek, her zamanki gibi yine zor. Ancak görünen o ki, AK Parti’nin ilan ettiği ve benimsediği kimlik, parti ve kimlik arasındaki ilişkiye dair önemli veriler sunmaktadır. Parti borçlandığı muhafazakârlık patentine hiç bir borç hissetmediğini şimdiye kadar muhafazakârlık adına hiçbir icraat ortaya koymamakla gösterdiği gibi, aksine siyasal ve ekonomik söyleminde alabildiğine değişimci ve adem-i merkeziyetçi, devletçi değil, halkçı, hatta sağ değerlerden ziyade sol değerlere daha duyarlı olduğunu göstermiştir.
Hasan Kösebalaban, AK Parti’nin muhafazakârlığı tercihinin gerek kendi dinamik tabanına, gerekse kendi parti performansına uymadığını, bu elbisenin kendisine dar geldiğini ifade ederken, göz ardı edilemeyecek bir uyarıda bulunuyor: “Oysa Türkiye’de bugün yaşanan sosyal olgu; 18-19. yüzyıllardaki gibi modernleştirici bürokratların gelenekçi, muhafazakâr bir halkla mücadelesi değil, değişimi ve dönüşümü talep eden bir halkın değişime direnen muhafazakâr bürokrasiye karşı mücadelesidir. Bu tablonun bürokrasi değil, dinamik halk tarafında yer alan AKP’nin muhafazakâr kimliğe razı olması, mütedeyyin kesimleri değişime engel olarak sunan klasik oryantalist söylemi tasdik ediyor… AKP kendisini gönüllü olarak muhafazakârlığa razı ederek, karşısındaki asıl muhafazakâr çevrelere sahte bir ilerici kimlik veriyor” (H. Kösebalaban, 2004, AKP ve Muhafazakâr Kimlik: Eleştirel Bir Yaklaşım). Yine de bu tespitler, kimlik yaftalarının semiyotiğini ve toplumsal yorumsamacılığını hesaba katmayan kesin bir karşılıklılık varsayımına dayanıyor. Oysa Türkiye’de partilerin kimlik yaftaları siyasî pratiklerini neredeyse hiç bağlamadığı gibi, tam aksi uygulamalarını kolaylaştırıcı bir yardımları da oluyor. 
Ayrıca İslamîveya muhafazakâr kesimlerin beklediği hiçbir icraata da, henüz kaydıyla da olsa veya bir beceriksizlik dolayısıyla da olsa, bir imza koyamamıştır. Parti ne Türkiye’deki ne de dünyanın diğer bölgelerindeki muhafazakârlıklarla bir benzerlik veya tutarlılık peşinde de olmamıştır. Semiyolojik açıdan değerlendirildiğinde, bu durum muhafazakâr kimliğin hiçbir şeye gönderme yapmayan bir tür hiç-gösteren olduğunu ifade ediyor. Bu durumda AK Parti’nin kimlik sorunu, gerçekten de Neşe’nin kepek sorunu gibi, kimseyi fazla ilgilendirmeyen bir şeye dönüşüyor. Biraz irdelendiğinde aslında Türkiye’deki bütün partilerin kimlik sorunlarının benzer bir sanallıkla malûl oldukları görülür. Üstelik neredeyse bütün partilerin, üstlendikleri kimliklerin fiilen neredeyse tam tersi bir işlevi oynamaya daha yatkın olmaları, ilan edilen kimliklerin fiilî siyasal roller için karşı safı karıştırmaya yarayan bir ironiyi işlettiğini gösteriyor. AK Parti’nin bu düzeyde bu malûliyeti ve ironiyi profesyonel siyasetçiliğin bir gereği olarak profesyonelce araçsallaştırmış olduğu söylense yeridir.

Paylaş Tavsiye Et