Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2003) > Dosya > 1980 sonrası AB’nin genişlemesi ve Balkanlar
Dosya
1980 sonrası AB’nin genişlemesi ve Balkanlar
Sevinç Alkan Özcan
AVRUPA Birliği kurulduğundan beri bir taraftan, üye ülkeler arasındaki siyasi-ekonomik ilişkilerin giderek artmasıyla derinleşen, diğer taraftan yeni devletleri içine almak suretiyle genişleyen bir entegrasyon hareketi olarak gelişti. Öncelikle ortak bir pazar haline gelmek amacıyla kurulan AT’nin (Avrupa Topluluğu 1 Ocak 1995 tarihinde Avrupa Birliği adını aldı) 80’li yıllara gelindiğinde bu hedefini gerçekleştirememiş olması üye ülkeler arasında endişe kaynağı haline geldi. Bunun üzerine 1 Temmuz 1987 tarihinden itibaren yürürlüğe giren Tek Avrupa Senedi ile üye ülkeler arasında kişilerin, malların ve hizmetlerin serbestçe dolaşımının önü açılmış oldu. 1993 yılına gelindiğinde ise derinleşmenin en önemli parametrelerinden biri olan ortak pazar hedefine ulaşıldı. Derinleşmenin bir diğer parametresi olan siyasal bütünleşme hedefinin önemli kilometre taşlarından birini hiç kuşkusuz 1992 yılında imzalanan Maastricht Antlaşması oluşturdu. Zira bu antlaşma ile ekonomik ve parasal bütünleşmenin yanı sıra üye ülkeler arasında ortak dış politika ve güvenlik politikası oluşturma yönünde de önemli bir adım atıldı.
80’li yıllar AB için sadece derinleşmenin değil genişlemenin de ivme kazandığı yıllardı. İngiltere, İrlanda ve Danimarka’nın 1973 yılındaki üyeliklerinin ardından, 1 Ocak 1981 tarihinde Yunanistan’ın da tam üyeliği elde etmesi ile AT ikinci kez genişledi. Topluluğun üye sayısının on ikiye çıkmasını sağlayan üçüncü genişleme ise İspanya ve Portekiz’in üye olduğu 1 Ocak 1986 tarihinde gerçekleşti.
90’lı yıllara kadar AT’nin temel stratejisi derinleşmeye zarar vermeyecek bir genişlemeden yana oldu. Ancak 80’li yılların sonu ile 90’lı yılların başında Doğu Bloku’nun çözülmesiyle birlikte AT bambaşka bir uluslararası atmosferle karşı karşıya kaldı. 1 Ocak 1995 tarihinde Ortak Pazar’a girişle yetinmeyen Avusturya, İsveç ve Finlandiya AB’ye resmen üye oldular; böylece üye sayısı da 15’e yükseldi. Ancak bu yıllarda AT için asıl şekillendirici olan, başta Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti olmak üzere, Slovakya Slovenya, Baltık Ülkeleri (Estonya, Litvanya ve Letonya), Bulgaristan ve Romanya gibi eski Komünist Doğu Bloku ülkeleri ile tek tek Avrupa Anlaşmaları’nın imzalanmasıydı. AB, 1997 yılında yapılan Lüksemburg Zirvesi kararına istinaden, 12 Mart 1998 tarihinde Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Slovenya ve Estonya; 10 Kasım 1998 tarihinde Kıbrıs Rum Yönetimi; Şubat 2000’de ise Helsinki Zirvesi uyarınca, Bulgaristan, Litvanya, Letonya, Malta, Romanya ve Slovakya ile tam üyelik müzakerelerine başladı. 12-13 Aralık 2003 tarihinde yapılan Kopenhag Zirvesi’nde ise AB, Bulgaristan ve Romanya dışında yukarıda adı zikredilen tüm ülkelerin 1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye resmen üye olacağını açıkladı.
Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile üyeliğe yönelik ilişkilerin başlamasından itibaren bu ülkelere uygulanan ekonomik yardım programları, derinleşme ve genişleme stratejileri arasında dengenin sağlanamadığı yönündeki tartışmaları artırdı. Ayrıca bu ülkelere yapılan yardımların yetersizliğine, verimli biçimde tahsil edilmemesine ve çoğu kez karşılıksız olmak yerine kredi ve borç olarak verilmesine yönelik eleştiriler de mevcuttu. Başta AB ülkeleri olmak üzere G-24 ülkelerinin söz konusu yeni demokrasilere yaptıkları yardımlardan en çok Polonya ve Macaristan pay aldı. Ayrıca ikili yardımlar da bölgesel odaklı oldu. Örneğin Kuzey ülkeleri yardım için Baltık ülkelerini tercih ederken, Avusturya Slovenya’ya, İtalya Arnavutluk’a İsviçre Slovakya’ya, Hollanda ise Makedonya’ya bağış yapmayı tercih etti.
Görüldüğü üzere AB’de 1980’li yıllarda iki strateji arasında muhafaza edilmeye çalışılan denge, 1990’lı yıllarda genişleme lehine bozulduğunun sinyallerini vermeye başladı. 1 Mayıs 2004 tarihinde söz konusu Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye üye olması ile birlikte üye sayısı on beşten yirmi beşe yükselecektir. Böylesi dramatik bir değişim bir taraftan bu ülkelerin piyasa mekanizmalarını ve demokrasinin temel ilkelerini benimsemeye çalışırken karşılaştıkları sorunları Birliğin bünyesine taşıması sonucunu ortaya çıkarırken, diğer taraftan Birliğin kaynak dağılımını önemli ölçüde etkileyecektir. Ayrıca üye sayısının artması ile birlikte karar alma mekanizmalarının sağlıklı bir biçimde işlemesinde sorunlar ortaya çıkacaktır. Bu da AB’nin kurumsal yapısında değişikliklere gidilmesini zorunlu kılmaktadır. Ortak Dış Politika ve Güvenlik Politikası konusunda da birtakım sorunların yaşanacağı aşikardır.
 
Balkanlar ve AB
Slovenya’nın 2004 yılında kesinleşen üyeliğinden sonra Bulgaristan ve Romanya’nın da 2007 yılında AB’ye üye olmaları, AB’nin Orta ve Doğu Avrupa’dan sonra Balkanlara daha fazla açılmasını sağlayacak. Ancak karşılaşılabilecek sorunlar zaman içinde giderilmeden AB’nin Balkanlara açılması, her an kriz yaşama riski içinde bulunan bu bölgeye kriz çözme mekanizmalarını taşımasını zorlaştıracak gibi görünüyor. Nitekim AB, yeni üyeleri henüz içine tam olarak almamışken ve henüz sorunlarla tam olarak karşılaşmamışken bile, Yugoslavya krizini çözme konusunda başarısız oldu. Diğer bir ifade ile AB özellikle Bosna konusunda ortak bir dış politika ve güvenlik politikası üretemedi. Yugoslavya krizi ABD-Avrupa /Almanya arasındaki küresel çıkar çelişkisini ortaya koymakla kalmadı, aynı zamanda Avrupa içindeki İngiltere/Fransa-Almanya merkezli kıta içi çelişkiyi de gün yüzüne çıkardı. Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke olarak Almanya, Yugoslavya’nın bölünme sürecini başlatarak, Balkanlar ve Doğu Avrupa’da etki alanı kurmak istediğini açıkça ortaya koydu. ABD ise Körfez bölgesinde sağladığı üstünlük karşılığında bölgenin kısmî de olsa Almanya’nın etki alanına kaymasına müsaade etti. Buna karşılık Almanya’nın etki alanını Hırvatistan ve Slovenya üzerinden Adriyatik’e kaydırması AB içindeki diğer ülkeleri harekete geçirdi. AB’nin diğer iki büyük ülkesi İngiltere ve Fransa Rusya’ya yakın durmak suretiyle 1992 Savaşı’nda Bosna’ya yapılacak olan müdahaleyi geciktirdi. Bu durum bir taraftan Bosna’nın statüsünün Sırbistan lehine oluşmasının önünü açarken, diğer taraftan etnik kıyımın artmasına neden oldu. Benzeri bir sahnenin Kosova krizi sırasında da sergilendiğini söylemek mümkün. Bu kriz sırasında İngiltere ve Fransa’nın Sırp tarafına yakın durması Sırpların seslerini yükseltmelerine neden oldu ve ayrıca NATO’nun müdahale konusundaki kararlılığını da olumsuz yönde etkiledi.
Yugoslavya krizinde çözüm üretme konusunda AB’nin üzerine düşenleri yapamadığının göstergelerinden biri de eski Yugoslavya alanının hâlâ çok büyük bir istikrarsızlık potansiyeli taşıyor olmasıdır. Diğer bir deyişle Bosna ve Kosova Savaşları’ndan sonra yapılan düzenlemeler nihai düzenlemeler değildir. Yapılan düzenlemelerle sadece bunalım ve buna paralel giden küresel ve bölgesel güç rekabetinin yayılması önlenmeye çalışıldı. Yapılan düzenlemelere rağmen Kosova’nın statüsü sorunu çözülemedi. 1244 nolu BM kararına göre Kosova hâlâ Sırbistan’ın bir parçasıdır. Sırbistan’la Karadağ’ın tamamıyla ayrılması durumunda da büyük ihtimalle Sırbistan’ın özerk birimi olarak takdim edilecektir. NATO bombardımanından sonra 1244 sayılı Güvenlik Konseyi kararı çerçevesinde Kosova’da oluşturulan de facto yapının içinde barındırdığı çelişkiler, Kosova’nın geleceği konusunda uluslararası toplumun fikirlerinin netleşmediğini gösteriyor. Karadağ ve Sırbistan gevşek bir federasyona doğru giderken, iki federal birim arasında bölünmüş olan Sancak’ın ve Sancak’ta yaşayan Müslüman Boşnakların durumunun ne olacağı konusu hâlâ açıklık kazanmadı. Sırbistan yönetimi sadece Kosova’daki Müslüman Arnavutlar üzerinde değil, Sancak’taki Müslümanlar üzerinde de baskılarını devam ettiriyor. Bosna-Hersek’te Sırpların lehine bir idari yapılanma ve toprak paylaşımını öngören Dayton Anlaşması’nın geleceği pamuk ipliğine bağlı görünüyor. Çünkü Bosna’nın bütünleşmesi sorunu çözülemedi ve Boşnak-Hırvat Federasyonu’nda yaşayan Hırvatların Hırvatistan’la, Sırp Cumhuriyeti’nde yaşayan Sırpların ise Sırbistan’la birleşme emellerine ket vurulamadı. Bosna’nın bütünlüğünden yana tavır koyan tek grup ise Boşnaklar; zira Boşnakların kendilerine ait dışarıda başka bir ülkeleri yok. Makedonya’da 2001 yılının Şubat ayı gibi çok yakın bir zamanda yaşanan etnik gerginlikler, bu bölgede de Arnavutlar ve Makedonlar arasında sağlıklı bir diyalogun sağlanamadığını gösteriyor. Kısacası bölge yeni müdahaleleri meşru kılacak pek çok zâfiyeti içinde barındırıyor.
Soğuk Savaş sonrası AB’nin ekonomik araçları kullanarak girdiği her bölgeye askeri araçlarla giren ABD yönetimi, özellikle 11 Eylül sonrasında Balkanlarla ilgili sorumluluğu giderek AB’ye devrediyor. 11 Eylül saldırılarının ardından Amerika’nın terörizmle mücadele programı çerçevesinde ihtiyaç duyacağı askerleri, başta Balkanlar olmak üzere çeşitli bölgelerdeki yükümlülüklerini azaltarak sağlayacağı kanısı da bu durumu destekliyor. AB eski Yugoslavya ülkelerinin ekonomik ve siyasi sorunlarını çözdükten sonra, öncelikle bölgenin kendi içinde bütünleşmesinden yana bir tavır çiziyor. Güneydoğu Avrupa İstikrar Paktı gibi bölgesel girişimler Balkanların aşamalı olarak kendi içinde bütünleşmesini öngörüyor. AB Bosna-Hersek’teki BM Polis misyonunu devraldı. Kısa bir zamanda da Makedonya ve Bosna Hersek’teki askeri barış misyonlarını devralmaya hazırlanıyor. Bunu yaparken AB en başta, Bosna Savaşı sırasında özellikle Srebrenitsa Katliamı nedeniyle bölgede bozulan imajını düzeltmeli; zira Hollanda askerlerinin ihmali yüzünden o dönemde bölgede bir hafta içinde 8.000 kişi katledildi.
2003 Haziran’ında Selanik’te yapılan AB Zirvesi AB’nin Balkanlara olan ilgisini çok net bir biçimde ortaya koydu. Kendisi de bir Balkan ülkesi olan Yunanistan dönem başkanlığı avantajını da kullanarak beş Balkan ülkesiyle (Arnavutluk, Bosna-Hersek, Makedonya, Sırbistan-Karadağ, Hırvatistan) adeta zirve içinde zirve düzenledi. Bu ülkeler arasında Avrupa Birliği’ne girecek ilk ülkenin Hırvatistan olması bekleniyor. Balkan ülkelerinin AB’ye resmen üye olması pek çok Müslüman unsurun AB’ye girmesi anlamına da geliyor. Bu durum, halihazırda 25 milyon kadar Müslümanın yaşadığı ve Türkiye ile tam üyelik müzakerelerinin eşiğindeki AB’nin demografik ve kültürel olarak önümüzdeki dönemde yeni tartışmalara hazır olması gerektiğini ortaya koyuyor.

Paylaş Tavsiye Et