Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2005) > Söyleşiyorum > Michael MANN: “Avrupa eliti Türkiye’yi istiyor!”
Söyleşiyorum
Michael MANN: “Avrupa eliti Türkiye’yi istiyor!”
Söyleşi: Mustafa ÖZEL
Michael Mann 1942 yılında Manchester’da doğdu. Oxford Üniversitesi’nde başladığı hukuk tahsilini üç hafta sonra bırakıp tarihe geçti. “Farklı bir dünyaydı, benim dünyam değildi” dediği Oxford’da önce tarih okudu, ardından sosyoloji doktorası yaptı. Makro-sosyoloji veya karşılaştırmalı-sosyoloji alanında dünyanın önde gelen birkaç bilgininden biridir. Sources of Social Power (Toplumsal Gücün Kaynakları) başlıklı iki ciltlik çalışması, William McNeill’in ifadesiyle hâkimane bir eser. “Sahasında köşe taşı olabilecek bir çalışma.” Anthony Giddens övgülerinde daha az cömert değil: “Bu kitabın karşılaştırmalı sosyolojiye önemli bir katkı olduğu hususunda hiçbir kuşkum yok. Muazzam bir başarı.” Eserin Küreselleşmeler alt başlıklı üçüncü cildi 2006 yılında yayımlanacak.
Tarihçi-sosyologa göre medeniyet, toplumu tabiattan yalıtma sürecidir. En güçlü üç yalıtıcı seremonyal merkezler (bilinmeyene karşı yalıtım), yazı (zamana karşı yalıtım) ve şehir (dış dünyaya karşı yalıtım) idi. İmparatorluklar, medenî dünyanın uzun ömürlü siyasî yapıları. ABD, hegemonyasını bir imparatorlukla taçlandırmak istiyor, fakat tarihten hiç ders almamışa benziyor. Mann, Incoherent Empire (Tutarsız İmparatorluk) başlıklı eserini bunu kanıtlamak üzere kaleme almış.
Michael Mann şu sıralar Kaliforniya Üniversitesi Sosyoloji Fakültesi’nde öğretim üyeliği yapıyor. Yukarıdaki iki kitap dışında yayımlanan başlıca eserleri şunlardır: The Dark Side of Democracy: Explaining Ethnic Cleansing (Demokrasinin Karanlık Yanı: Etnik Temizliği Açıklamak) ve Fascists (Faşistler).
 
Merhaba. Şimdiye kadar iki cildi yayımlanan baş eseriniz Toplumsal Gücün Kaynakları gerçekten muhteşem bir proje. Biz bu makro-sosyoloji şaheserinin üçüncü cildini beklerken, güncel siyasete son derece gömülü bir kitapla şaşırttınız bizi. Tutarsız İmparatorluk’u yazmayı niçin gündeminize aldınız?
11 Eylül olayları ve müteakip Amerikan-İngiliz operasyonları beni sarstı. Her iki devletin de pasaportunu taşıyorum ve iki hükümetimin de tutumuna akıl erdirmede zorlanıyorum. Giriştikleri iş dünyaya da, kendi ülkelerine de zarar veriyor.
Tarih tekerrür etmez. Ancak, şayet bugün bir imparatorluk girişimi varsa, geçmişte de vardı. Bu girişimlerin neye dayandığını, niçin ve ne maliyetle başarılı veya başarısız olduklarını araştırmamız yararlı olabilir. 19. yüzyıl imparatorluklarından gerekli dersleri çıkarabilseydik, yapılan hataların birçoğu yapılmazdı; dünya işlerinde neyin yürüyüp neyin yürümediğini daha iyi anlardık.
 
Soğuk Savaş’tan sonra Amerikan yönetimi, diğer ülke yönetimlerinin katılımına görece açık bir kavramı öne çıkardı: Yeni Dünya Düzeni. Amerikan değil, “dünya” düzeni. Fakat 11 Eylül’le beraber vurgu, diğer ülkeleri dışlayan, hatta boyunduruk altına almaya yönelen “İmparatorluk” kavramına kaydı. Niçin?
Aslında 1945 sonrasında ABD fiilen dünyanın üçte ikisine hükmediyordu. Fakat gücünü dolaylı ve gayri resmî biçimde kullanıyordu. Ülkeleri istila etmeyen, son kertede bunu yapmaya zorlandığında da, önemli yerel müttefikleri yanına çekebilen bir “imparatorluk”. Dünyanın dört bir yanında “yanaşma” devletleri, çoğunlukla SSCB ve Çin tarafından desteklenen düşmanlarına karşı “koruyarak” kendine çekiyor; böylece gücünü muazzam ölçüde arttırıyordu.
SSCB’nin çöküşü ABD’yi rakipsiz bıraktı. Dünyada askerî harcamalara giden on dolardan dördünü ABD harcıyor. Bu oransız güç, Amerikan yöneticilerini sarhoş ediyor ve bu gücü niçin kullanmayalım diye sormaya başlıyorlar. Dananın kuyruğu burada kopuyor ve film başlıyor. Bunun bütün suçunu Bush yönetimine yüklememiz de doğru değil. Clinton zamanında daha aktif, fakat dizginlenmiş bir dış siyaset vardı. Dizginliydi, çünkü Amerikalılar pek imparatorluk heveslisi değiller(di).
Neoconların (Yeni Muhafazakârların) yönetime gelmesi ve 11 Eylül olayları işlerin akışını değiştirdi. Bu saldırılar, daha aktif bir dış siyaset için halkın desteğini sağladı. Madem tehdit altındayız, o halde düşman bize gelmeden biz ona gidip haklayalım demeye başladılar. Herkes imparatorluk kelimesini daha sık telaffuz eder oldu. 1990’ların haydut devletler söylemi, yerini “şer ekseni”ne bıraktı. Şer eksenini ancak yeni bir Sezar yerle bir edebilirdi.
 
Clinton ile Bush yönetimleri gerçekten farklı mı, yoksa yüzeysel farklılıklar mı söz konusudur?
Clinton yönetiminin başlıca iki gündemi vardı: Küreselleşme ve insanî müdahaleler. Pazarımızı bütün dünyaya açarak onları kendimize bağımlı hale getirmek de bir emperyalizm türüdür; fakat bu dolaylı, gayri resmî emperyalizmdir. Aynı şekilde, Kosova Savaşı hegemonik gücün dolaylı yönetimi ilkesiyle uyumluydu. Bush bu temel ilkeyi çiğneyerek doğrudan güç gösterisi yapıyor. Gücü dolaysız kullanmak imparatorluk değil, kaos yaratır.
İmparatorluklar ticarî girişimlerle başlar; liman kolonileri kurmak ve tedricen iç kesimler üzerinde baskı oluşturmak suretiyle gelişir. İçeriye doğru yürümeye yöneldiğinizde iki türlü yönetimle karşılaşırsınız. Büyük hükümdar ve çok sayıda yerel bey. Hükümdarın ordusunu bozguna uğratır ve sonra beklersiniz. Beklersiniz; zira yerel beyler karar vermek zorundadırlar: Aşağılanmış, yenik hükümdarın bayrağını mı yükseltecekler, yoksa (İngiliz, Fransız, Romalı veya Moğol…) emperyal güçle uyuşma yoluna mı bakacaklar? Meydana gelen genellikle şudur: Yeteri sayıda yerel müttefik edinir, onlar sayesinde koloniyi pasifleştirirsiniz. Sonra zamanla onlar üzerindeki baskınızı artırarak onları kendi yönetim mekanizmanızın bir parçası haline getirirsiniz. Cortez, Meksika’ya geldiğinde Azteklerle hiç uğraşmadı. Tlakskalanlar isyan halindeydi. Cortez’e gelip dediler ki: “Bizi destekle, biz de sana yardımcı olalım!” Beraberce Azteklerin canına okudular. Sonra İspanyollar yavaş yavaş kontrollerini artırıp onları hizaya soktular.
 
Eğer bu, geçmişte imparatorluk kurmanın olağan yoluysa, ABD bu yolda gitmiyor olmalı ki onu “Tutarsız İmparatorluk” (Incoherent Empire) diye nitelendiriyorsunuz. Bu tutarsızlığı biraz açar mısınız. Niçin tutarsızdır ABD?
Gücün dört boyutu askerî, siyasî, ekonomik ve ideolojiktir. ABD bugün askerî bir dev, ikinci sınıf bir ekonomik güç, siyasî bir şizofren ve ideolojik bir hayalettir. ABD’nin askerî bir dev olduğu su götürmez. 2003 yılı Amerikan savunma bütçesi, dünya toplamının %40’ı kadardır ve kendinden sonraki 24 ülkenin toplamına eşittir. Ancak, nükleer gücün doğası Amerikan üstünlüğüne gölge düşürmektedir. ABD ve Rusya’nın nükleer savaş başlıkları 9000’er civarındadır ve 2007’ye kadar 2500 dolayına indirilmesi öngörülmektedir. Dolayısıyla, bu alanda ABD Rusya’ya emperyal üstünlük taslayamaz. Ondan sonraki üç önemli güce de! Fransa’nın 340, Çin’in 250, İngiltere’nin 185 nükleer savaş başlığı vardır. Rakamlar çok daha küçük olsa da, bu ülkelerin caydırma gücü Rusya’nınkinden aşağı değildir. Bunları daha kısa menzilli nükleer füzelere sahip dört ülke izlemektedir: İsrail’in 100-200, Hindistan ile Pakistan’dan her birinin 30-40, Kuzey Kore’nin ise bir-iki nükleer savaş başlığı olduğu sanılmaktadır. Bazı ülkelerin önümüzdeki on yılda benzer güce kavuşabilecekleri, Japonya veya Almanya gibi ileri sanayi ülkelerinin ise isterlerse birkaç ay içinde bu tür silahları geliştirebilecekleri bilinmektedir.
Nükleer silahlar ancak caydırmaya yarar, rasyonel bir hücumun parçası olamaz; dolayısıyla imparatorluk işinde fazla katkıları olmaz. İmparatorlukların konvansiyonel kuvvetlere ihtiyacı vardır. Amerika’nın asker sayısı ise son çeyrek yüzyılda 2.2 milyondan 1.5 milyonun altına inmiştir. Dünya asker toplamının %5’i ile dünyaya hükmedebilmek için, başka ülke askerlerini hizmete koşmaktan başka yol yoktur. İngiltere’nin 1800 başlarında Hindistan’daki 291 bin askerinin beşte dördü Hintli idi! Sömürge imparatorlukları yerlilere yönettiriliyordu. Milliyetçiliğin yükselişi ile bu artık imkansızdır.
 
ABD, en avantajlı gözüktüğü askerî güç alanında bu kadar sıkıntıyla yüz yüze ise, ekonomik alandaki göreli durumunu şimdiden merak etmeye başladık.
Amerikan ekonomisinin her şeye rağmen çok güçlü olduğu açıktır. Fakat talih giderek Asya ve Avrupa’ya gülmektedir. Amerikan ekonomisini son on yılda sürükleyen şey, sanayilerinin üretkenliği değil, yurttaşların aşırı tüketim yönelimi oldu. Tüketimi finanse eden de yabancılardır. Sovyet Bloku’nun çözülüşü, Batı Avrupa için muazzam pazar potansiyeli yarattı. Rusya’nın 2002 ticaretinin %37’si Avrupa Birliği ile, sadece %5’i ABD ile oldu. Rusya’daki doğrudan sermaye yatırımlarında Almanya tek başına ABD’nin önündedir. Avrupa ile Asya arasındaki ticarî ve ekonomik ilişkiler giderek yoğunlaşmaktadır. Euronun yükselişi doların sağladığı avantajları zamanla bertaraf edecektir.
 
Siyasî güç meselesine gelelim biraz da. SSCB’nin çöküşü ABD’yi bu alanda rakipsiz bırakmışa benziyor. Birleşmiş Milletler sistemine bile ihtiyaçları yokmuş gibi davranıyorlar.
Bu görüntü yanıltıcıdır. Amerikan yönetimi Birleşmiş Milletler’e ihtiyaç duymadığı için değil, eskisi gibi söz geçiremeyeceğini anladığı için yan çiziyor. ABD Soğuk Savaş döneminde bir tür Batı devleti idi. Bu devletin çekirdeğini Amerikan eliti, çevresini ise Batı Avrupa ve Japon eliti oluşturuyordu. Bu blok BM’de hemen hemen her istediğini yapabildiğinden, ABD fiilen küresel devlet konumundaydı. İki kutuplu gibi gözüken Soğuk Savaş döneminin küresel devleti, tek kutuplu gibi gözüken yeni dönemde küresel devlet olma özelliğinden çok uzağa düştü. Sadece Batı Avrupa devletleri değil, Türkiye, Mısır, Ürdün gibi ‘Üçüncü Dünyalı’ müttefikler bile çıkarları gerektiğinde farklı çizgi tutturabiliyor. Amerikan politik şizofrenisine yol açan, bu çelişkili durumdur. ABD sadece ekonomik ve siyasî bakımdan gerilim ve gerileme yaşamıyor, ideolojik gücü de geriliyor. “Her yerde Amerika’dan niçin bu kadar nefret ediyorlar?” en yaygın soru olmaya başladı.
 
Amerika ile nefretin en sık bir araya geldiği Orta Doğu’ya gelelim öyleyse. Aslına bakılırsa, bugüne değin ABD ile en az problemi olanlar Müslümanlardı. İslam Dünyası’nın birçok bölgesini Avrupalılar sömürgeleştirmiş; özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin baskısıyla sömürgecilik çözülmeye başlamıştı. Yani Amerika ile Müslümanlar arasında sempatik bir çıkar birliği bile oluşmuştu denebilir. ABD şimdi yaptıklarıyla bunu derin bir antipatiye dönüştürmüyor mu? Bu bağlamda, Büyük Orta Doğu Projesi nerede duruyor?
Bush yönetimi, tutarsız güç kullanımını nasıl haklılaştıracak? Orta Doğu’ya demokrasi getirmekte olduğunu söyleyerek, pek tabii. “Büyük Orta Doğu Projesi” güya demokrasi hamlesinin bir kolu olacaktı. Bu uğurda hâlâ bir takım konferanslar düzenleniyor ve bunlara Powell ve diğer üst düzey Amerikan yöneticileri bizzat katılıyor. Projenin ana kolu, Amerika’nın kendi iç işlerine karışmasından ötürü öfkeli olan Arapların kızgınlığını yatıştırmak üzere düzenlenen “Orta Doğu Ortaklık Girişimi”dir (The Middle East Partnership Initiative). Fakat bu projenin programlarının ölçek ve mahiyeti retorikten öteye pek gitmiyor; konuşulanların çoğu laf-ı güzaf. Lafta, girişimlerin çoğu “halkın katılımını” amaçlıyor; fakat bugüne değin sivil toplum kuruluşlarını ve özel işletmeleri teşvik için harcanan para 100 milyon doları ancak buluyor. Gerçekte, proje öyle uygulanıyor ki, ABD’ye Orta Doğu’da karşılaştığı zorluklar hususunda bugüne kadar sadakatle hizmet ede gelen gayri demokratik Arap prenslerini ve devlet başkanlarını incitmemeye büyük özen gösteriliyor.
 
Aynı özen Irak halkına gösterilmiyor pek tabii. Felluce ve benzeri katliamlar hafızalarda silinmez bir iz bırakıyor.
Kuşkusuz, Irak meselesi her şeyi kuşatıyor; sözüm ona “demokrasi”yi bile. Tam da benim “Tutarsız İmparatorluk”ta öngördüğüm ölümcül batağa dönüştü Irak. İşlerin ters tepmesi daha fazla sayıda ‘terörist’ yaratıyor. Arada iki büyük okyanus ve devasa güvenlik önlemleri yer aldığından, teröristlerin eli Amerika’ya erişemiyor. Amerikalılar bu yüzden gerçeği fark edemiyor ve “Terörle Savaş”ın başarıya ulaştığını sanıyorlar. Irak’tan püskürtülme hakikatte Kuzey Kore ve İran hususlarında da ABD’nin elini kolunu bağlıyor; onlara dil uzatmaktan başka bir şey yapamıyor. Amerikan kuvvetleri bütünüyle Irak batağına saplanmışken, bunlar muhtemelen nükleer silahlar ediniyorlardır. Bu da gösteriyor ki, Bush’un siyaseti eylem değil, retoriktir.
 
Irak’a veya bir bütün olarak Orta Doğu’ya demokrasi götürmek de bu içi boş retoriğin parçası değil mi? Demokrasi, silah veya ciklet gibi bir ihraç malı mıdır?
Tamamen haklısınız. Gerçek şu ki, Irak’ta ne kadar fazla insan ölüyorsa, Bush yönetimi bir o kadar demokrasiden dem vuruyor. Hem Afganistan, hem de Irak bize demokrasinin sadece seçimlerle bir tutulamayacağını hatırlatıyor. Seçimler gerçekte yapılsa bile, güven(siz)lik durumu demokrasiyi yıpratabilir. Afganistan’da Kabil dışında kazançlı çıkanlar çoğunlukla eşkıya-ağalar oldu; zorbalık ve gözdağıyla kendilerini seçtirdiler. Orada seçimler demokrasiyi değil, ağaların gücünü meşrulaştırdı.
Öyle görünüyor ki, Irak’ta Ocak ayında yapılması planlanan seçim de demokrasiye değil, etnokrasiye yol verecek: Etnik veya dinî bir grubun yönetimine. Sünnilerin çoğu seçime katılmayacak, Şiilerin çoğu katılacak. Şiiler yeni hükümete hâkim olacak ve birçok Sünni silahlı mücadeleye devam edecek. Seçimler, Amerikan işgalinin başlattığı iç savaşı derinleştirmekten başka işe yaramayacak.
 
Peki, bu basit gerçekleri Bay Bush ve adamları, yahut o adamlar ve Bay Bush bilmiyor mu? Onlar bilmiyorsa, kim biliyor?
Amerikalıların bilmediğini Türkler biliyor: Demokrasi narin bir çiçektir; seçimlerin yanı sıra birçok medenî (sivil), siyasî ve sosyal hakkın gübrelediği bir istikrar, barış ve düzen toprağında boy veren bir çiçek. Namluların ucundan değil, böyle bir topraktan çıkagelen bir çiçek.
 
Amerikalıların bilmediğini Avrupalılar biliyor mu peki?
Biliyorlar. Daha doğrusu, bilmek zorunda kaldıklarını anlamaya başladılar. Bu yüzdendir ki AB, Türkiye’yi nihayette içine alacak süreci başlattı. Türk hükümetlerinin gerekli gübrelemeyi sürdürmeleri şartıyla, tam üyelik gerçekleşir. Gerçi bir bütün olarak Avrupalılar, Türkleri içlerine alma hususunda ikircikliler (daha önce Doğu Avrupalılar hususunda da böyleydiler). Fakat AB, yığınların Avrupa’sı değil, elitlerin Avrupa’sıdır. Elitler, Türklerin Avrupa’ya dahil edilmesine karar verdiler. Şartları yerine getirirseniz, on yılda işlem tamamdır! Müslüman sıfatıyla Türkler, Avrupa’nın hayrınadır: Bush yönetiminin dikkatsizce kışkırttığı “medeniyetler çatışması”nı onların yardımıyla önleyebilirler.

Paylaş Tavsiye Et