Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (August 2005) > Okuyorum > Heidegger ve iki düşünce modeli
Okuyorum
Heidegger ve iki düşünce modeli
İbrahim Kalın
Heidegger’in, İngilizce’de Discourse on Thinking (Tefekkür Üzerine Söylev) başlığı ile yayımlanan Die Gelassenheit adlı küçük kitabı, onun son dönem düşüncesini hülasa eden önemli bir çalışmadır. Kitap, Alman müzisyen ve bestekâr Conradin Kreutzer’in (1780-1849) ölümünün yüzüncü yılı münasebetiyle düzenlenen törende yapılmış bir konuşmadan ve Heidegger’in daha sonra kaleme aldığı; bir hoca, bilim adamı ve öğrenci arasında geçen diyalogdan oluşuyor. Heidegger konuşmasında Alman bestekârın hayatı ya da eserlerinden bahsetmek yerine, tefekkür etmenin anlamı üzerinde düşünmeyi dener. Hazirûnu da benzer bir tefekkür faaliyetine davet eder.
Düşünürümüze göre insan düşünmeye mahkum bir varlıktır ve en aymaz anlarında dahi düşünme kapasitesinden bir şey yitirmez. Bununla birlikte, Heidegger modern insanın, tefekkürden kaçan insan olduğuna dikkat çeker. İçinde yaşadığımız dünyanın düşünce fakirliği, bu kaçıştan kaynaklanmaktadır. Fakat modern dünya bunu kabul etmeye yanaşmaz. Hatta insanlık tarihinde hiçbir dönemin bugünkü gibi bir tefekkür yoğunluğuna sahip olmadığını iddia eder. Öyle ya, modern dünyayı ve yaşam biçimini mümkün kılan araçları üretmek için yapılan hesaplar, planlar az bir şey midir?
 
Hesabî Düşünmeye Karşı Tefekkür
Fakat bir bilgisayarın hafızasında yer alan sıfır ve birlerin toplamı tefekkür müdür? Ya da gökdelenler inşa etmek için yapılan mühendislik hesapları, bizi tefekküre götürür mü? Heidegger burada iki farklı düşünme/tefekkür biçimi arasında kesin bir ayrım yapar: Hesabî düşünme ve tefekkürî düşünme. Bu ayrıma göre insanı yeniden tanımlamamız gerekiyor: İnsan sadece ‘hesabî’ manada düşünen değil, tefekkür eden bir varlıktır. Üstelik “hesabî düşünme”, teknik uzmanlık gerektirirken ve “sıradan insanlar”ın ulaşamayacağı bir şey iken, tefekkürî düşünme her insanın varolma biçimiyle eş-zamanlı bir melekedir. Bu yüzden Heidegger, tefekkürî düşünmenin “havada kalan” soyut bir eylem olduğu fikrine şiddetle karşı çıkar. Yine bu yüzden tefekkür, “profesyonel düşünürler”in, yani modern bilgiyi üreten bilim adamlarının -sosyal bilimcilerin, iktisatçıların, ilahiyatçıların- tekeline bırakılamayacak kadar hayatî bir şeydir.
Heidegger, “şimdi ve burada” olan üzerinde tefekkür ettiğimizde bu eylemin ne kadar köklü ve ‘doğal’ olduğunu görebiliriz, diyor. Kreutzer’in eserlerinden bahsederken Heidegger “Alman vatanı”na da atıfta bulunur ve dinleyicileri vatan ve toprak üzerinde düşünmeye çağırır. Çünkü Kreutzer’in sanat eseri, bu topraklar üzerinde vücut bulmuştur. Heidegger’e göre o “Alman toprağı” olmasaydı, ne Kreutzer olurdu ne de Heidegger. Demek ki insanın yükselebilmek için önce kendi köklerine geri dönmesi gerekiyor. Bunu iki şekilde anlayabiliriz: Heidegger, Alman halkına “titre ve kendine dön!” demektedir. Nazi Almanyası’nı dahi ‘vatanım’ diye savunan Heidegger için böyle bir şeyi söylüyor olmak ihtimal dışı değil. Ya da Heidegger burada genel bir kaide koymakta ve insanları önce köklerine, sonra göklere bakmaya çağırmaktadır. Her iki durumda da tefekkür bizi, Mustafa Özel’in o veciz aforizmasına götürür: “İstikbal köklerdedir!”
Modern varoluş biçiminin en ayırt edici özelliği, insanı köklerinden koparması ve onu ‘otoktonik’, yani bir merkeze ve temele dayanan tefekkürden uzaklaştırmasıdır. Köklerinden kopan insan, daha rasyonel ya da özgür olmamakta; bilakis yersiz-yurtsuz bir varlık haline gelmektedir. Heidegger’in modern bilim ve teknolojiye duyduğu antipatinin kaynağı da budur: “Teknoloji bizi köklerimizden uzaklaştırır; fakat bize daha güvenli ve mutlu bir hayat yaşadığımız yanılsamasını aşılar. Sorun, kendi ürettiğimiz bu yalana inanmamızdır.”
 
Heidegger’in Anti-Hümanizmi
Burada Heidegger’in romantik bir teknoloji karşıtlığı yaptığını düşünebiliriz. Nitekim teknoloji eleştirilerinin çoğunun fiilî gerçeklik üzerinde etkisi olmayan bir romantizmden öteye gitmediğini biliyoruz. Fakat Heidegger’in yapmak istediği başka bir şey. Bunu iki başlık altında ele alabiliriz: Birincisi, teknolojinin artık kontrol edilemez bir olgu haline geldiğidir. Bunu kabul ve itiraf etmek, teknolojinin tabiatı hakkında sağlıklı bir fikir edinmemizin vazgeçilmez şartıdır. İkinci husus, teknolojinin mümkün ve artık zorunlu kıldığı varlık ve ilişkiler biçiminin niteliği üzerinde düşünmektir. Bu tefekkürün bize teknolojiyi kullanırken, ondan bağımsız kalma yetisini öğretmesi gerekir.
Bunun yolu, teknolojinin gündelik hayatımıza girmesine izin vermek; fakat aynı zamanda onu, hayat alanımıza giren diğer varlıklar gibi, olması gereken yerde bırakmaktır. Çünkü teknoloji ve diğer varlıklar kendi başlarına mutlak olmadıkları gibi son tahlilde “daha yüksek bir ilkeye” bağlıdırlar. Heidegger, insanın ‘özünü’ garanti altına alacak bu tavra, “varlıklara karşı rahat ve kayıtsız olma” (Die Gelassenheit zu den Dingen) adını verir. Teknoloji dahil bütün şeylerin kendi varlık alanımıza girmesine izin veririz. İzin verme yetkisi bizde olduğu müddetçe, izin verdiğimiz şeylere karşı özgürlüğümüzü muhafaza edebiliriz. Sufîlerin diliyle bu, dünyada olmak ama dünyadan olmamaktır.
Heidegger’in bu ‘kayıtsızlık’ tavrının, romantik teknoloji eleştirilerini aşıp aşamadığı tartışılabilir. Fakat şurası kesin: Heidegger, teknolojiyi, yaşadığımız çağın ruhunu yansıttığı için bu kadar önemsiyor ve eleştiriyor. Dolayısıyla onun teknoloji hakkında söylediklerini başka büyülü kurgular, mesela bürokrasi, devlet, küreselleşme, kapitalizm, ulus-ötesi şirketler vb. hakkında da söyleyebiliriz.
Heidegger’in burada işaret ettiği konu, temelde yabancılaşma sorunudur. Yabancılaşma kelimesini kullanmamasına rağmen Heidegger’in yaptığı tasvirler, Marks’ın yabancılaşma tanımıyla kayda değer benzerlikler arz ediyor. Marks’ın yabancılaşmayı nasıl tanımladığını hatırlayın: Yabancılaşma, insanın kendi eliyle ürettiği şeyleri kontrol edemez hale geldiği ve onların tahakkümü altına girdiği anda ortaya çıkan durumdur. Marks’a göre kapitalizm, böyle bir sosyo-ekonomik düzen üretmişti. Bu düzen insanı aşmış ve onu tanımlar hale gelmişti. Benzer bir durum, Heidegger’in yaptığı tasvirde ortaya çıkıyor: İnsanlığın kaderinin teknolojinin sınır tanımaz gücüne bırakılmış olması, bizi hem kendimize hem de kendi elimizin eseri olan teknolojiye yabancılaştırıyor.
Kısacası Heidegger’in kaygısı, insanı yine kendine karşı korumaktır. Ona göre bunu yapmanın tek yolu, tefekkürî düşünme modeline geri dönmek. Zira insanlığın önündeki asıl büyük tehlike ne üçüncü dünya savaşı, ne de nükleer silahlanmadır. Asıl tehlike, bütün bunları mümkün kılan tavırdır; yani insanın tefekkür etmeye mahkum bir varlık olduğunu unutup hesabî düşünmenin yegâne düşünme tarzı olduğuna inanmaktır.
 
Varlık’ın Ötesi?
Heidegger, tefekkürî düşünme dediği şeyin önemini uzun uzun anlatır; ama onun ne olduğu ve nasıl yapıldığı hakkında doğrudan bir şey söylemez. Bunun yaratabileceği hayal kırıklığını kestirmek güç değil. Ne olduğunu tam olarak bilmediğimiz bir şeyin önemini nasıl kavrayabiliriz? Fakat Heidegger’in yapmak istediği, bize bir dizi “düşünce kuralları” ya da “tefekkür metodu” sunmak değil; bizi bir tefekkür yolculuğuna çıkmak için hazır hale getirmektir. Üstelik Heidegger “varlık sorunu” üzerinde tefekkür edilmesi gerektiğini, Batı felsefesinin Eflatun’dan beri en büyük hatasının bu sorunu ‘unutmak’ olduğunu diğer eserlerinde ayrıntılı bir şekilde izah etmişti. Bu yüzden Heidegger’i belki mazur görebiliriz.
Bu iyimser ve âl-i cenap tavra rağmen, Heidegger’in bizi tam olarak nereye götürmek istediği konusundaki belirsizlik, cevaplanması gereken bir soru olarak duruyor. Heidegger’i okuyanlar soruyu bu şekilde sormamızın bir haksızlık olduğunu düşünebilir. Zira Heidegger, bütün kariyeri boyunca varlık ya da daha doğru ifadesiyle dünyada-var-olma (Dasein) dediği şeyin anlamı ve açılımları üzerinde düşünmüş bir filozof. Üstelik söyledikleri, Batı düşüncesinin Descartes’ten beri benimsediği öznelci hümanizme yöneltilmiş köklü bir tenkit olarak yabana atılacak türden değil. İnsanı varlığın efendisi değil bir parçası olarak gören Heidegger, bizi modernitenin insan-merkezli ontolojisini ve subjektivist epistemolojisini aşmaya çağırır. Ve bunun için azımsanmayacak bir felsefî malzeme sunar bize.
Bu noktada Heidegger’in daveti, bizi modernitenin ötesine ya da sonrasına değil öncesine götürür. Nasıl post-modernist argümanları mantıksal sonuçlarına taşıdığımızda post-modernite sonrasına değil de, modernite öncesine geri dönüyorsak, Heidegger’in “varlığı hatırlayın!” çağrısı da bizi modernite öncesi klasik düşünceye geri götürür. Bu manada Heidegger’in düşüncesi ana sezgisi itibariyle pre-moderndir. Onun Sokrat öncesi Yunan düşüncesine dönmeye çalışması bu açıdan bakıldığında oldukça anlamlıdır. Yine bu yüzden Heidegger’in vurgu yaptığı pek çok konu, sadece klasik Yunan değil, Ortaçağ düşünce dünyasıyla da kayda değer benzerlikler taşır. Bu sebeple Heidegger’in düşüncesinin teolojik ve hatta mistik yönleri hakkında son yıllarda yapılan tartışmalara şaşırmamak gerekiyor.
Fakat varlık’ı son tahlilde hikmeti kendinden menkul, yani kendi kendine atıfta bulunan bir şey ya da durum olarak tanımladığımızda sadece nereye gitmememiz gerektiğini ifade etmiş olmuyor muyuz? Heidegger’i anlamanın ve aşmanın yolu, bu sorunun cevabında yatıyor.

Paylaş Tavsiye Et