Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2005) > Söyleşiyorum > Walden BELLO: “Küreselleşmenin odağında halk olmalı”
Söyleşiyorum
Walden BELLO: “Küreselleşmenin odağında halk olmalı”
Söyleşi: Ebru AFAT
Bu ayki SöyleşiYORUM’umuzu Filipinli sosyoloji ve kamu yönetimi profesörü Walden Bello ile gerçekleştirdik. Tayland’daki Chulalongkorn Üniversitesi’nin Sosyal Araştırmalar Enstitüsü tarafından yürütülen Focus on the Global South (Küresel Güneye Odaklan) projesinin direktörü olan Bello, 24-26 Haziran tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenen Irak Dünya Mahkemesi’nde “Koalisyon Hükümetlerinin ve Destekçilerinin Sorumluluğu” başlıklı bir sunum yaptı. Bölgeselcilik, küreselleşme, uluslararası finans kurumları ve alternatif güvenlik konuları hakkında çok sayıda kitabı bulunan Bello, Greenpeace’in Güneydoğu Asya başkanlığı görevini de yürütüyor. Bello ile mahkemenin yapıldığı Topkapı Sarayı’ndaki Darphane-i Amire binalarının tarihî atmosferinde küreselleşme, ekonomi ve direniş üzerine konuştuk.
Irak Dünya Mahkemesi (World Tribunal on Iraq), ABD’nin Irak’a açtığı savaşa ve ardından yürüttüğü işgale karşı dünya çapında yükselen hareketin içinden çıkan bir sivil toplum girişimi olarak 2003’te Berlin, Cakarta, Cenevre, Paris ve Cancun’da yapılan savaş karşıtı toplantılarda ortaya çıkmıştı. Bertrand Russell Barış Vakfı tarafından 26-27 Haziran 2003 tarihinde Brüksel’de düzenlenen konferansta, Irak halkına ve insanlığa karşı işlenmiş suçların araştırılması ve ortaya çıkarılması amacıyla, uluslararası bir mahkeme kurulması ve nihaî oturumun da İstanbul’da yapılmasına karar verildi. Çünkü o sırada Türkiye’de savaş karşıtı hareket çok güçlüydü; ABD askerlerinin Türkiye’den geçmesi ve Türkiye’nin Irak’a asker göndermesine izin veren tezkere TBMM’de reddedilmişti. İki yılı aşkın süredir dünyanın çeşitli ülkelerinde yapılan oturumların ardından, İstanbul’daki nihaî oturuma gelindi.
24 Haziran’da başlayan oturumun açılış konuşmasını, Vicdan Jürisi adına Booker ödülü sahibi Hintli yazar Arundhati Roy yaptı. Roy, Vicdan Jürisi’nin sadece ABD ya da müttefiklerinin suçlu olup olmadığına karar vermek için değil; savaşı belgelemek için burada olduğunu söyledi. Bir diğer açılış konuşmacısı, Amerikalı uluslararası hukuk profesörü Richard Falk oldu. İddia Heyeti Başkanı olarak yaptığı konuşmasında Falk, Türkiye’nin Irak savaşından hemen önce Amerikan askerlerinin ülke topraklarını kullanma yetkisini reddeden parlamentosuyla da gurur duyması gerektiğini belirtti. Falk sözlerini “Irak Dünya Mahkemesi Irak üzerine yoğunlaşır; ama 1990’lardaki normatif devrimi de canlandırır. Başka bir dünya mümkündür ve eğer mümkünse gereklidir. Bu ruh küresel ahlakî süreçtir” diyerek tamamladı.
Üç gün boyunca Darphane-i Amire’de altı ana konu başlığı altında toplam sekiz oturum yapıldı. Bu oturumlarda iddia heyeti ve tanık olarak konuşan 63 kişi, 51 konuda mahkemeye bilgi sundu. 17 kişilik Vicdan Jürisi, mahkemeye sunulan belgeleri değerlendirdi. Vicdan Jürisi’nde Dünya Sosyal Forumu’nun kurucularından François Houtart, Malezya’nın önde gelen insan hakları savunucularından Chandra Muzaffar ve Güney Kore hükümetinin Irak’a asker gönderme kararı üzerine 58 gün boyunca açlık grevi yapan rahip Jae-Bok Kim gibi isimler yer alıyordu.
Resmi olmasa da sahici bir mahkeme olan Irak Dünya Mahkemesi’nin ikinci günü, en hareketli ve ilgi çekici oturumlara sahne oldu. Çünkü bu oturumlarda Iraklı tanıklar, yaşadıkları, gördükleri ve duyduklarını, görsel malzemeler eşliğinde anlattılar. Tarihe kayıt düşmek, Irak’ta yaşananları unutmamak ve unutturmamak için... Ve Irak Dünya Mahkemesi 27 Haziran’da düzenlediği basın toplantısıyla nihaî kararını açıkladı: “Irak’a yapılan saldırı, haksız, ahlaksız ve korkakçadır. Başta ABD Başkanı Bush ve İngiltere Başbakanı Blair olmak üzere, Irak’ı işgal eden hükümetler ve destekçileri uluslararası hukuku ihlal ettikleri için suçludur.”
 
Gelişme politikaları hakkında araştırma ve analizler yapan Focus on the Global South (Küresel Güneye Odaklan) programının direktörüsünüz. Focus, 1999’da ABD’nin Seattle kentinde düzenlenen Dünya Ticaret Örgütü Zirvesi sırasında dünya gündemine gelen daha farklı ve daha iyi bir dünya isteyen küresel hareketin de ana oyuncuları arasında yer alıyor. Alternatif küreselleşme diye de adlandırılan bu hareketin bir parçası olarak hareketin geçmişini, mevcut durumunu ve geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Alternatif küreselleşmenin, şirket yanlısı küreselleşmeye karşı direnişten ortaya çıkan son derece anlamlı bir hareket olduğunu düşünüyorum. Bu, eşitsizliği ve yoksulluğu sona erdirmek şeklinde bir haritaya sahip olan şirket yanlısı küreselleşmenin, aslında bunun tam tersini, yani daha fazla yoksulluk, daha fazla eşitsizlik yarattığını gösteren bir harekettir. Başlangıçta bağımsız çalışan, ama özellikle 1999’da Seattle’da bir araya gelerek tek bir hareketin parçaları olduklarının farkına varan farklı hareketlerin meydana getirdiği büyük bir halk hareketidir. Ve hareket şu an için, bazılarının söylediğinin aksine başka şeylerle de bağlantılıdır. Hareket sadece küreselleşmenin şirketleriyle, İMF ve DTÖ ile ilgilenmiyor; enerjisinin büyük bir kısmını savaşa, Irak’taki emperyal savaşa karşı direnişe yönlendiriyor. Bu bağlamda, hareketin ikinci önceliğinin savaş olduğunu düşünüyorum. Hareket, savaştan duyulan kaygıları şirket yanlısı küreselleşmeden duyulan kaygılarla kaynaştırmıştır.
Harekette yer alan birçok insanın, artık iflas ettiği görülen “bu sistem içerisinde ne gibi alternatifler olabilir?” sorusuna cevap aramaya çalıştıklarını düşünüyorum. Hareket bu sistem içerisinde dünyaya bir model önerebilir mi? Önerecek neyimiz var? Nereye gidileceği, ne gibi alternatifler sunulabileceği, bu başka dünyayı, bu yeni dünyayı nasıl oluşturabileceğimize dair birçok düşünceler geliştiriliyor. Hareketin geleceği bana göre parlak. Hareket, insanların hayal gücünü daha fazla geliştirmelerini amaçlıyor. Bu da çok daha yenilikçi düşüncelerin ortaya çıkacağı anlamına geliyor. Hareket, başarısızlıklarından olduğu kadar başarılarından da çok şey öğrenecektir ve tabii ki birçok şikayetler, mücadeleler de olacaktır. Hatta aksiliklerle de karşılaşılabilir; ama sadece eleştirmekle kalmayıp dünyanın geleceği için alternatifler öneren daha olgun bir hareketin oluşacağına inanıyorum. Yani hareketin geleceğine kesinlikle güveniyorum.
 
Gelecekten emin olduğunuzu söylüyorsunuz; ama sizin de bildiğiniz gibi 1999’da Seattle’da DTÖ zirvesi protestolar yüzünden akamete uğradığında, New York Times yazarı Thomas Friedman göstericileri Nuh’un Gemisi’ne benzetmek suretiyle eleştirmişti. Seattle’dan günümüze kadar yaşananları düşündüğümüzde Friedman’ın tamamen haksız olduğunu söylemek güçleşiyor. Özellikle Dünya Sosyal Forumu sürecine baktığımızda, Forum’un dünyanın dört bir tarafından insanların bir araya geldikleri, tartıştıkları, küreselleşmenin gerçekte ne olduğunu göstermeye çalıştıkları bir festivale dönüştüğünü görüyoruz. Adeta bir kısır döngü söz konusu. Süreçte yer alan eylemciler ve entelektüeller bu durumu değiştirmek için ne yapabilirler?
Dünya Sosyal Forumu’nun (DSF) festivale dönüştüğü görüşüne katılmıyorum. Forum’larda ben de yer aldım. Her sene düzenlenen bu forum dünyanın her yerinden insanlara çok önemli bir buluşma noktası sağlıyor ve hareketin önemli bir parçasını oluşturuyor. DSF henüz 5 yaşında, Porto Alegre’de bir deney olarak başladı ve daha sonra Mumbai’ye taşındı. Ve önümüzdeki yıl Afrika’da, Asya’da, Venezüella’da da forumlar düzenlenecek. DSF sadece insanlar için değil, savaş karşıtı hareket gibi farklı hareketlere de dertlerini anlatabilecekleri bir platform sağlıyor. Dünya Sosyal Forumu’ndaki savaş karşıtı toplantılar, Irak Dünya Mahkemesi gibi faaliyetler için çok önemli bir şemsiye teşkil etti. Dışardan bakan bazı insanların DSF’nin biraz festivali andıran yönleri olduğunu düşünebileceklerini biliyorum. Ama burada bir sonraki seferde neler yapılacağının planlanması, alternatifler üzerinde düşünülmesi gibi son derece ciddi veçheler de söz konusudur. Şunu belirtmek isterim ki, DSF etkisiz bir hale dönüşmekten ziyade insanlar için gittikçe daha çok önemli bir hale geliyor. Bütün bunlar DSF’nin sorunları olmadığı anlamına gelmiyor. Şüphesiz her hareketin, her tür sürecin problemleri bulunur. Ancak DSF’nin gelecekte de, en azından hareketler için bir buluşma, planlama, koordinasyon ve düşünme noktası olarak, çok daha önemli bir konum kazanacağını düşünüyorum.
 
Dünya Sosyal Forumu’nun ve kısmen alternatif küreselleşme hareketinin kendisinin bir şemsiye hareket olduğunu söylüyorsunuz. Sizce bu durum, onun alternatif sunmasını zorlaştırıyor mu? Çünkü sizin de ifade ettiğiniz gibi bu hareketten birçok farklı ses geliyor…
Evet bu doğru; ama DSF’nin görevi alternatif sunmak değil, alternatiflerin tartışılabildiği ve farklı hareketlerin bir araya gelip ortak bir gündem oluşturabildiği bir alan sunmaktır. Benim kişisel görüşüm DSF’nin daha taraflı bir hale geldiği şeklindedir. DSF, mesela Irak savaşını kınamak için, açık bir duruş sergilemek de zorundadır. DSF’nin taraflı bir alan olması gerektiğini söyleyenlerden biriyim. Ama her şeye rağmen DSF, bir şemsiye olarak değişim konusunda son derece ciddi hareketlerin karşılıklı etkileşimlerini sağlayabiliyor.
 
Alternatif küreselleşme hareketi tüm dünyada ekonomik ve sosyal adalet üzerinde odaklanıyor. Eylemciler gelişmekte olan ülkelerde çok uluslu şirketlerin ecel tezgahlarıyla mücadele ediyor; emeğin serbest dolaşımını talep ediyorlar. Ancak diğer taraftan, üretim süreci ve mevcut ekonomik sistemin esas hedefini, üretim verimliliği oluşturuyor. Avrupa Birliği örneğinde gördüğümüz gibi sosyal refah üzerinde ısrar ettiğinizde Çin ve ABD gibi bunu umursamayan rakiplerinizle küresel piyasalarda rekabet edemiyorsunuz. Sosyal refah ile üretim verimliliği arasında denge sağlamak için ne önerebilirsiniz? Bu mümkün müdür?
Ekonominin temeli olarak üretim verimliliğini dikkate almamamız gerekir. Çünkü üretim verimliliği aslında durmaksızın birim maliyeti azaltmak isteyen kapitalist ekonomilerin temelidir. Üretim etkinliği önceliğimiz olduğunda, bu tür istikrarsızlıkla, krizle, herhangi bir güvenlik endişesi olmadığı için insanların işlerinden atılmasıyla mütemadiyen karşılaşacağız. Ekonomistlerin varlık sebebi sadece kârlı üretim hesapları yapmak değil; toplumu, adil bölüşümü desteklemek, bireyler ve gruplar arasında dayanışmayı teşvik etmek olmalıdır. Ekonomiyi topluma geri götürmek, onu piyasaların ve şirketlerin değil; toplumun ve değerlerin hizmetine sokmak zorundayız. Ulusal, bölgesel ve küresel düzeyde, piyasa verimliliğini temel almayan yeni bir yaklaşım üzerinde ciddiyetle düşünmeliyiz.
Aslında toplumlar kendi değerlerini önemseyen tercihleri temel alan ekonomi stratejileri geliştirme hakkına sahipler. Bu, bir ülkede devletin ekonomi alanında daha fazla düzenleme yapması anlamına gelirken; bir başka ülkede ekonomiyle ilgili karar alma sürecine sivil toplumun daha fazla katılması anlamına gelebilir. Burada söylemek istediğim, dar verimliliğin oynayacağımız oyun olmadığını açıkça ifade etmemiz gerektiğidir. Çünkü oyunu oynadıkça sürekli olarak istikrarsızlığa ve krize sürükleniyoruz. Sadece şirketleri değil İMF ve Dünya Bankası’nı da küçültmek veya güçsüzleştirmek çok önemlidir. Çünkü serbest piyasalar ve verimliğe hiçbir sınırlama getirmeyen bu küresel yönetişim sistemini onlar ayakta tutuyor. Bu kurumlarla mücadele etmek çok önemlidir; çünkü bu sayede gelişmeyi olduğu kadar toplumun ve çevrenin çıkarlarını da karar merciine getiren, kendi tercihlerine dayalı stratejileri uygulayacak farklı ulusal ekonomilere sahip bir alan yaratılabilecektir.
Şimdiye kadar iki ekonomik modelin çöküşüne tanık olduk: Bunlardan birincisi 1980’lerdeki herkese merkezî planlamayı öneren sosyalist modelin çöküşüydü. 1990’ların sonunda ise herkese serbest piyasayı öneren neo-liberal modelin çöküşü başladı ki; bu çöküş halen devam etmektedir. Ve üçüncü safha, herkes için tek bir model olmadığı söylemi üzerine kurulacaktır. Tek bir alternatif yerine, alternatiflerden bahsedilebilecektir. Kendi toplumsal ve ekonomik stratejilerinizi yaratabilmek, toplumlara bunu gerçekleştirmek için bir alan açmak hayatî bir önem taşımaktadır.
 
Çok haklısınız. Ancak şirketler bütün dünyayı kontrol eder hale geldiler; hükümetleri ve globalleşme sürecini tek başına yönlendiriyorlar artık. Bu şirketlerin ve sonrasında da hükümetlerin bu yaklaşımı sahiplenmeleri nasıl sağlanacak?
Evet, bence anti-global hareketin rolü bunu yapmaktır. Biliyorsunuz, Cancun ve Seattle’daki süreçleri engelleme başarısını gösterdiler. DTÖ çok kırılgan bir noktada duruyor. İMF dünyanın bir çok bölgesinde son derece gayri meşru davranıyor. Örneğin Arjantin geçen sene, “isterseniz gidebilirsiniz ama biz ekonomimizi İMF’nin isteklerine göre düzenlemeyeceğiz” dedi. Latin Amerika’da neo-liberal politikayı reddeden Bolivya, Ekvador, Venezüella gibi bir çok ülke var. Seattle, Latin Amerika, Hugo Chavez, Irak’ın ABD’ye maliyeti ve Avrupa Anayasası başarısızlığını bir arada düşünürsek; politik güçlerin ve şirketlerle Amerika’yı oluşturan insanların çirkin tutumu, bu emperyal hegemonyayı büyütüyor. Kuşkusuz, şirketler hâlâ çok güçlü. Şimdi gerçekten yapmamız gereken şey, yalnızca İMF ve DTÖ’ye saldırmak değil; şirketleri kontrol edip, üzerlerinde etkili düzenlemeler yapmaktır. Bence yakın gelecekte etkin bir şekilde, küresel ısınmaya neden olan şirketlere, verdikleri zarardan dolayı müdahale eden halk hareketleri göreceğiz. Şu an şirketler çok güçlü gibi gözükseler ve fiyatlar ve ideolojiler üzerinde etkili olsalar da, onların üzerinde bir güç olarak da ABD bulunuyor. Bence şirketler, çok fazla zenginleştiler ve dünyanın birçok yerinde insanlar buna karşı çıkıyor. Epeyce karmaşık bir mücadele söz konusu; ama bu da mücadelenin doğasında olan bir şey zaten.
 
Alternatif küreselleşme eylemcileri küresel adalet için savaştıklarını ve ulusal çıkar gözetmediklerini söylüyor; ama öte yandan aynı platformda Avrupalı eylemcilerle birlikte günde birkaç sente çalışan işçiler var. Kuzey ülkelerinde, özellikle Avrupa’da milliyetçilik yükseliyor. Mesela Avrupa Birliği Anayasası’nın reddedilmesinin en önemli sebebi Türkiye’ydi. Yani bütün bunlar söz konusuyken, ulus-üstü ve küresel bir adalet hareketinin gerçekleşmesi mümkün mü?
Anayasanın reddedilişinin arkasında tabii ki sağ kanadın çalışmaları etkiliydi. Neo-liberal hareketlerin ortaya çıkardığı işsizlik problemini çözme ihtiyacı hisseden ve kendi çıkarlarını korumak isteyen ilerici güçler vardı. Bunlar arasında normalde ilerici olanlar da bulunuyor. Avrupalı birçok eylemci, problemlerin başlangıcını firmaların dünya ekonomisine girişine bağlıyor ve bu yüzden Avrupa’yı Latin Amerika’dan korumak için firmaların hakimiyetlerini değiştirebilme kabiliyetine sahip olmayı istiyor. Aynı zamanda şimdi görüyoruz ki, Amerikalılar da bizim gibi üzülüyor; çünkü şirketler Amerika’dan Çin’e doğru kayıyor ve bu kayışın ortaya çıkardığı pek çok işsiz var. Yani bence, şu an yapmamız gereken şey, dünyanın her yerine hitap eden işçi haklarını tam olarak uygulayabilmek için aktif çaba sarf etmek. Bunu da bildiğiniz gibi, ancak işçi hareketlerini genişleterek sağlayabiliriz. Avrupalı işçilerden ya da sadece iş sahibi olmak isteyen Amerikalı işçilerden oluşan bir hareket yerine, kuzeyden güneye, işçilerin evrensel haklarını gözeten, onları şirketlerin kitlesel istismarından koruyacak kolektif bir çaba gösterilmeli.      
 
Evet ama Avrupalı işçi hareketleri giderek daha fazla milliyetçileşiyor. Bu durumda eylemciler bu süreci nasıl engelleyecek? İşçi hareketi için mücadele ettiğini söyleyen insanların aynı zamanda Le Pen’i desteklemeleri ya da onlarla birlikte hareket etmeleri çok tehlikeli değil mi?
Kesinlikle çok tehlikeli. İşte bu yüzden birleşmeliler. Eğer küresel neo-liberalizme karşı iseler, bu millî çıkarları dolayısıyla olmamalı. Avrupa’da ya da güneyde olması fark etmeksizin bütün insanların çıkarları doğrultusunda mücadele etmeliler. Avrupalı eylemciler bunu söyleyemedilerse de, çok yakında yapmalılar. Sonuç olarak bence, eylemciler direnç noktaları oluşturarak Avrupa’yı küreselleşmenin kötü etkilerinden korumaya çalışıyor. Bush yönetimi, “Biz bu türlü bir küreselleşme istemiyoruz” demeye başladı. Amerikan firmalarının çıkarlarını koruyacak şekilde bir küreselleşme istiyor. Amerikan firmalarının başını çektiği, zekice kurgulanmış bu küreselleşmeye karşı uyanık olmalıyız. Eğer biz şirketlere karşıysak; bunun sebebi güneyde insan ilişkilerine zarar verecek şekilde uyguladıkları politikalardır. Çünkü Avrupa’da tarım kooperatifleri zayıfladı ve mali yardımlar çiftçileri zor duruma sokuyor. Yani güneydekiler “çiftçilerimizi korumak için yüksek kota uygulaması gerekiyor” derken aynı şekilde, kuzeydekiler de “şirket çıkarlarımızı korumak için, firmalarımızı Ohio’dan Çin’e taşıyoruz” diyorlar. Ohio’daki ve Çin’deki işçiler çıkarlarını korumak için bir araya gelip şirketleri kontrol etmeliler. Aynı şekilde çiftçiler de küçük çiftçi birlikleri kurarak kendilerini yok olmaktan korumalılar.
 
Teorik olarak güzel bir fikir tabii, ama pratikte çok zor.
Tabii ki, ama aynı zamanda şunun da farkına varmalıyız ki; hiç kimse Seattle ve Cancun olaylarını da beklemiyordu. İnsanlar, Amerika Birleşik Devletleri ve şirketlerin başı çektiği küreselleşmeye karşı yapabilecekleri konusunda kendilerine daha çok güvenmeliler.
 
Focus’un web sitesinde, baskıcı ekonomik ve siyasî yapı ve kurumları çözerek, onların yerine özgür yapı ve kurumlar oluşturmak için küresel dengelerdeki değişikliklere intibak edilmesi gerektiği ifade ediliyor. Bunu bize açıklayabilir misiniz? 
Bu sorunun cevabını Irak Savaşı’nda aramalıyız. Çünkü Irak Savaşı bir imparatorluğun krizinin can damarıdır. İkinci olarak da, DTÖ’nün yan kuruluşlarının tek ve çok taraflı serbest ticaret anlaşmalarında aramalıyız. Aslında biz, güçler dengesinde değişiklik yapmak istiyoruz. Örneğin bazı örgütler, “güneydekilerin, kazançlarını elde etmeleri için kuzeydeki pazarlara girmesini sağlama yolunda uğraşmalıyız” diyorlar. Ama bu, en önemli nokta demiyoruz. Ana nokta, DTÖ’yü durdurmak. Eğer karşı tarafın kazanmasını engellerseniz, yeni durumları siz oluşturabilirsiniz.
 
Yakın zamanda Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’da renkli devrimlere şahit olduk. Amerika ve Avrupa kökenli Sivil Toplum Kuruluşları’nın (STK) bazılarının bu devrimleri destekledikleri aşikâr. Siz de bir STK olan İngiltere merkezli Greenpeace’in Güney Asya yöneticisisiniz. STK’ların dünya sistemindeki rolünü nasıl yorumluyorsunuz? Programlarına ne kadar güveneceğiz?
STK var, STK var. Ve bazı STK’lar bir hayli dikkatsiz. İnsanları yanlış programlar uygulayarak, yanlış yönlendirebiliyorlar. Niyetleri iyi olsa da, bazen sadece kendi gruplarının çıkarlarını korumaya yönelik çalışmalar yapabiliyorlar. Eğer gerçekten iyi programlara sahipsek, bunun yanında bilinçli bir stratejiye de sahip olmamız gerekiyor. Örneğin, insanları ABD’nin ve şirketlerin çıkarlarından korumaya yönelik stratejiler… Bazı STK’lar apolitik olabiliyor. Gücün, Amerikan emperyalizminin ve küresel kapitalizmin doğurduğu sorunlarla ilgili sorulara muhatap olmak istemiyorlar. Bize gerçekten Amerika ve küresel kapitalizme karşıtlıktan doğan güçlü bir analiz gerekiyor. Halk organizasyon ve hareketlerinin ihtiyaçları konusunda daha duyarlı olmalıyız.
 
Çok teşekkür ederiz.

Paylaş Tavsiye Et