Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2005) > Söyleşiyorum > Mete TUNÇAY: “Solun eksikliği, demokrat olmamak”
Söyleşiyorum
Mete TUNÇAY: “Solun eksikliği, demokrat olmamak”
Söyleşi: M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ
Mete Tunçay, Türk solunun hafızası. 1936’da İstanbul’da doğdu. 1958’de mezun olduğu Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, kendi deyimiyle, “siyasal düşünceler tarihi alanında çalışırken” sol siyasetle ilişki kurdu. 1961’de Siyasal Bilimler alanında doktorasını veren Tunçay, 1966’da Siyasal Teoriler üzerine hazırladığı teziyle doçent oldu. 17 yıllık öğretim üyeliğinden sonra, 1983’te 1402 sayılı yasayla üniversiteden uzaklaştırıldı. Bu tarihten sonra 10 yıl süreyle aylık Tarih ve Toplum dergisini yönetti. Pek çok tercüme eserinin yanında, Türkiye’de Sol Akımlar I (1908-1925), Türkiye’de Sol Akımlar II (1925-1936) ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması adlı telif eserleri bulunan Tunçay, halen Bilgi Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapıyor.
Türk solunun din, milliyetçilik ve küreselleşme karşısındaki tutumunu problemli bulan Prof. Mete Tunçay, solcuların mülkiyet konusundaki ısrarını gereksiz bir fetişizm olarak görüyor. Ona göre, denetim, mülkiyetten önemli. Siyasal liberalizmi önemseyen, ekonomik liberalizme ise direnmek gerektiğini söyleyen Tunçay, özgürlükçü olmayan eski solun insanlara bir alternatif sunamadığını belirtiyor: CHP sol değil, diğer sol partiler ise marjinal kaldılar. Mete Tunçay’ın değerlendirmeleri, ortak bir zeminde güvenle yaşamak için ciddi tutamaklar sunuyor.
 
Sağ-sol ayrımının ilk kez Fransız Devrimi sonrasında, parlamentodaki oturma düzeninden ilhamla ortaya çıktığı söylenir. Öncelikle solculuğun anlamından başlayalım isterseniz. Nedir solcu olmanın farkı?
Bu terimin iki yüz yıllık bir geçmişi var. Ama kavram bir kere tanımlandıktan sonra, işte şu adam daha soldaydı, şu adam şuna göre daha sağdaydı gibi tasnifler yapılabilir. Bunu bir yelpaze gibi düşünmek gerekir. Bu yelpazenin bir sol ucu var, daha ılımlı unsurları var; bir merkezi, orta sağı ve sağı var. İdeolojilerin tanımlanması çetrefil bir iş. Mesela sağ da çoğu kez din ile ilişkilendirilir. Ben din konusunun sağ ile birlikte düşünülmesinden tedirginim. Dinci tutum, bana sağ gibi gelmiyor. Bu İslam için de geçerli, Hıristiyan siyasî partiler için de. Sağın temel özelliği “Biz bize benzeriz” fikri. Yani “özgünlükçülük” veya spesifik olma iddiası. Gerek Rusların Panslavizm hareketinde, gerekse bizim milliyetçiliğimizin temelinde başkasına benzemediğimiz, kendimize özgü bir kültürümüz olduğu iddiası bulunuyor. Buna karşılık, sol insanî ortak noktaların daha fazla olduğu fikrini benimsiyor. Bir de daha sağda; birtakım hasletlerin, niteliklerin, erdemlerin adeta kalıtsal olarak geldiği, her halkın kendisine özgü bazı değerleri olduğu fikri egemen. Sol genellikle, insanlar arasındaki birtakım nitelik farklarını kabul etmekle birlikte, bunların kanımızdan, soyumuzdan gelen şeyler olmadığını; bilakis sonradan edinildiğini savunur. Dolayısıyla çevre koşullarını değiştirmekle bunlar da değiştirilebilir. Sağda, bu niteliklerin verili olduğu düşünülür. Çünkü bunlar organik olarak kalıtım yoluyla nesilden nesle geçer. Solda ise bunlar çevreden edinilmiş şeylerdir. Daha ileri giderek genetik yanı büsbütün inkar etmeye gerek yok; ama temel ayrım buymuş gibi geliyor bana.
 
Dinde de fıtrat denen şey var. Kabaca sağ ile dinin birbirine yakın olarak algılanması acaba fıtrat anlayışından da kaynaklanıyor olabilir mi? Sol fıtratı yadsıyor mu?
Hayır yadsımıyor; ama edinilen niteliklerin daha ağır bastığını düşünüyor. Yani ben dinde de, en azından İslamiyet’te, yahut Hıristiyanlık’ta “Bazı insanların fıtratı yüksektir, soyludur, onlar cennetliktir; bazı insanlar daha doğuştan kötü olmaya, cehennemlik olmaya mahkumdur” diye bir anlayış olduğunu düşünmüyorum. Yahudilik tabii daha eski ve bir soyla özdeşleşmiş olduğu için, İsrailoğulları’nın üstünlüğü gibi, sol fikirle bağdaşamayacak bir prensibi içeriyor. Ama Hıristiyanlık, en azından teorik olarak, böyle değil. Fiilen, ilkel insanların karşısında Hıristiyanlar -yahut Müslümanlar- daha farklı davranabiliyor; ama teoride, insan olma haysiyeti her türlü gelişime açık görünüyor. Yeniçağ dediğimiz son 500 yıllık dönemde insanlar, gerek Batı’da gerekse bizim ülkemizde statülerine göre ayrılıyordu. Zenginlik-fakirlik farkı vardı; ama daha temelde, özellikle İslamiyet’te olmayan Kilise kavramı çok önemli. Rahiplerin aracılığı olmazsa, özellikle Katoliklik’te Tanrı’ya erişmek mümkün değil. Dolayısıyla bir ruhban statüsü mevcut. Bunlar, sayıca az olmakla birlikte, birçok ayrıcalıkla donatılmış. Onun dışında asiller feodal sitemin sonucu olarak ayrıcalıklı statülere sahip. Geri kalanlara da Fransız Devrimi’ne gelinceye kadar “üçüncü tabaka” deniyor ve işçi, köylü, tüccar, ve şehirlilerden müteşekkil. Bu statü toplumunu yıkmak için üçüncü tabaka içerisinde bir işbirliği yapılıyor. Zenginlerle işçiler ve köylüler, elbirliği ile bu statü toplumunu, ancien régime’i yıkıyorlar. İşçiler, daha yoksul insanlar umuyorlar ki, yeni dünyada onların koşulları daha iyi olacak. Oysa bu gerçekleşmiyor. Çünkü fiilen daha varlıklı olan insanlar, eski rejimdeki hakim sınıfın yerini alıyor. Bu kez yoksul olanlar, -tabii bir yandan da bir endüstri devrimi başlamış, yani sadece tarımsal yoksullar değil, bir de sanayide çalışan şehirli yoksullar ortaya çıkmış- örgütleniyor. Oysa zenginler doğal olarak küçük bir azınlık; ama hakim sınıf mevkiine geçmişler. Demokrasi içinde kafa sayma sistemi olursa ve toplum daha demokratikleşirse, yoksullar da kendi çıkarlarına olan şeyleri gerçekleştirebilecek. Solun mücadelesi, doğal olarak, gelişmiş Batı ülkelerinde endüstri işçilerinin öncülüğüyle oluyor. Çünkü tarımın önemi Batı ülkelerinde göreli olarak gerilemiş ama Rusya’da, Osmanlı’da değil. Benim çocukluğumda, 50-60 yıl önce, hâlâ “Türkiye’de nüfusun %80’i köylerde yaşar ve tarımla uğraşır” derdik. Batıda 19. yüzyıl başında bile bu durum değişmişti; endüstri işçileri daha büyük ağırlık taşıyordu. Birçok insan başlangıçta hayırseverlik amaçlarıyla bu yoksulluğa üzülerek, birtakım acıların gerekli olmadığını düşünerek ve daha iyi bir düzenlemeyle bu acılardan kurtulmayı umarak örgütlenmelere girişiyor. Tabii, hakim sınıflar kolay kolay teslim olmak istemiyor. Demokrasi 2500 yıllık bir fikir olmakla birlikte, uzun bir süre iyi bir şey olarak değil; aşağı sınıfın, daha yoksul olanların hak etmedikleri halde toplumu yönetmeye kalkma iddiası olarak düşünülüyor. Yani ayak takımının hakim olma iddiası… Ama 19. yüzyıl başından itibaren demokrasi bir ideal haline dönüşüyor. Özellikle işçiler, eşit oy hakkı ve parlamento olursa, kendi lehlerine durumu değiştirebilmeyi umuyor. Bazıları ütopyacı, hatta dinî olan birçok teori ortaya atılıyor. Bütün dinlerin kendi içinde böyle bir eşitlik, yoksulu kayırma duygusu var.
 
Solun dinle ilişkisi konusunda çeşitli uygulamalar var. İslam ülkelerine baktığımız zaman bir zamanlar Irak, Mısır, Libya gibi yerlerde bir sentezleme çabası görülüyor. Mesela FKÖ Marksist çizgide bir hareket; fakat dinî ritüellerine gayet bağlı insanlardan oluşuyor. Türkiye’de ise, sanki bundan farklı bir algılama var. Sol ile kitleler arasında tam bir yakınlık kurulamamış durumda. Bunun nedeni ne olabilir?
Bu büyük bir soru; ama bana öyle geliyor ki, doğal olarak her halk tutucudur. Yani yenemediği bir şeyi kabullenmekte o kadar hevesli olmaz; meğer ki bir kriz içinde yaşıyor olsun. Karl Marks’ın fikirlerinin ortaya çıktığı dönemde, çağın ruhunda bir pozitivizm vardı; Auguste Comte’tan gelen ve metafiziği yadsıyan, bilimsel gerçekliklerin bulunabileceği savı. Bir de pozitivizmle bağlantılı olarak materyalizm vardı; bu dünyanın düşünceler üzerinde değil, maddi olaylar üzerinde gittiği yaklaşımı. Marks’ın felsefî düşüncesi -tarihî materyalizm denen şey- üstyapıyı üretim güçleri arasındaki ilişkilerin belirlediğini söylüyor. Marksizm’i anlatırken, Marksizm karşıtlarının çabucak geçiştirdikleri bir nokta var: Marks, “Din halkın afyonudur” demiş. O pasajı, öncesiyle ve sonrasıyla birlikte, dikkatle okusalar Marks’ın orada o kadar kaba değil, tam aksine derinlikli bir şey söylediğini görürler. Çünkü Marks, materyalist olmakla birlikte din karşıtı bir siyaset önermiyor. Onun umduğu şey, maddi şartları değiştirerek, insanları dinde avuntu aramaya götüren şeyleri ortadan kaldırmak; dini ortadan kaldırmak değil. Maddi rahatlığa kavuşturulduktan sonra insanlar yine de Allah’a, kutsal kitaplara inanmaya devam edebilir. Bu sanki kesinlikle din karşıtı bir düşünce gibi sunulmuştur.
 
19. yüzyılda yükselen sanayi ile birlikte aristokrasinin hakim sınıf olarak ortaya çıkmasıyla yeni arayışlar başlıyor ve sol problemlere bir cevap teşkil ediyor.
Bir cevap değil de, bir öneri.
 
Bir öneri. Bir cevap opsiyonu diyelim. Türkiye’de sizce solun ortaya çıkışındaki soru ne? Yani sol neye şifa olmak üzere ortaya çıkıyor?
19. yüzyılda mesele, Osmanlı İmparatorluğu’nu yaşatmak; “Bu devlet nasıl kurtulur?” sorusu. Onun için bizim reformcularımızla başka ülkelerin reformcularını, mesela Rusları karşılaştıracak olursanız, onlar Çarlık düzenini yıkmayı amaçlıyor; bizimkiler ise düzeni ayakta tutmayı. Temel bir fark var aralarında. Türkiye’de sosyalizmin, Batı’daki anlamda olması mümkün değil. Çünkü dayanacağı geniş bir endüstri işçisi tabanı yok. Bana öyle geliyor ki, pek çok şey gibi sol düşüncenin de mebdei, hürriyetin ilanıdır; II. Meşrutiyet’le, 1908 Temmuzu’nda Anayasa’nın yeniden yürürlüğe konulmasıdır. Ondan sonra birçok fikir fışkırıyor: Osmanlı Sosyalist Fırka, Sosyal Demokrat Fırka var. Ama bunlar marjinal. İlginç olan şeylerden bir tanesi, başından beri bir sol programla ortaya çıkan bu insanlar, halkla bağlantı kurabilmek için İslamiyet’e baş vuruyorlar. Mesela İştirakiyyun’un alt başlığında Abdülaziz Mecdî Tolun Efendi’nin dile getirdiği bir endişe var: “Taban olarak endüstri işçisi sınıfı yeteri kadar büyük değil, bu fikir acaba büsbütün yabancılanır mı, dışlanır mı?” Sadece Osmanlı sosyalistlerinde değil, Milli Mücadele’de gelişen Yeşil Ordu, Halk İştirakiyyun gibi oluşumlarda da sık sık İslamiyet’e göndermeler görüyoruz. Hatta daha komünist bir çizgide gelişen İstanbul grubunda da... Ben size ilginç bir şey söyleyeyim: 1925’te bunlar, Orak Çekiç diye işçiler için bir gazete çıkarıyorlar. Orada bir Mevlit ilanı gördüğümde, “Bunlar dalga mı geçiyor?” diye düşündüm. Hayır, gayet ciddi bir şekilde ölen yoldaşlarının ruhuna bir Mevlit ilanı, gayet uygun sözcüklerle çıkıyor. Bu bana çok şaşırtıcı geldiyse, pek çok insana da öyle gelebilir. Çünkü herkes, “Sol, dine karşıdır; onu ortadan kaldırmayı amaçlar” diye düşünüyor. En azından o dönem için bu doğru değil.
 
Peki günümüzdeki durum nasıl değerlendirilebilir? Yoksulluğu önlemek, adil gelir dağılımını sağlamak gibi politikalar, sanki daha çok sağ partilerin kitlelerle ilişkilerinde öne çıkıyor gibi. Solculuk deyince, halk nezdinde Şişli, Beşiktaş, Taksim civarında yerleşmiş birtakım müreffeh çevreler algılanıyor. Bu sol açısından bir açmaz değil mi?
Son derece doğru bir şey. Yani Türkiye’de sol parti deyince akla CHP geliyor.
 
Hatta diğer sol partileri bile marjinal konuma itiyor.
Ben o marjinal konumda olanların sol olduğunu, Halk Partisi’nin ise sol olmadığını düşünüyorum. Halk Partisi’nin sırtında ciddi kamburlar var. Bir kere Kemalizm’i ve devletçiliği sürdürmek başlı başına bir problem. Bunun bir kısmı solun genel sorunu. Bana öyle geliyor ki, dünya solunun temel meselesi, mülkiyet konusunda çok metafizik bir fikre sahip olmak. Nedir solun programı? Üretim araçlarının mülkiyetini özel ellerden alıp, kamuya mal etmek. Mülkiyet üzerindeki ısrar bana gereksiz bir fetişizm gibi geliyor. Mülkiyetten daha önemli olan kontrol. Devlet kontrol etsin, mülkiyet kimde olursa olsun. Ama biz hiçbir zaman böyle bakmadık. Sol, devletçilikle özdeşleşen bir şey oldu. Oysa devlet işletmesi, düşünüldüğü gibi özel teşebbüsten daha yumuşak, insanî, işçilerine daha iyi şartlar yaratan bir şey olmadı; bir kayırma alanı, siyasî partilerin arpalığı; bir makineye beş ustanın düştüğü yer haline geldi. Biz büyük iftiharla diyoruz ki, Cumhuriyet döneminde yabancı şirketlerin elindeki demiryollarını devletleştirdik. Acaba devletleştirme yerine onların bilet tarifelerini ve zaman programlarını denetlemek daha iyi olmaz mıydı? Hem büyük bir para ödedik, hem de doğrusu iyileştiremedik. Böyle bir ciddi problem var. Fakat bu arada, 19. yüzyılda maddi manasıyla kapitalizmden anlaşılan şey, çağımız dünyasında bir hayli değişti; otomasyon, bilgi toplumu, enformasyon toplumu denen özellikler ortaya çıktı. Eskiden solcuların kafasında ne vardı? Kalkınma olacaksa, sosyalist ideale uygun bir toplum olacaksa, baraj yapacaksın; oradan hidroelektrik santrallerle bol miktarda enerji sağlayacaksın. Ondan sonra ağır sanayi kuracaksın. Oradan giderek tüketime yönelik ürün veren bir şeyler kuracaksın; yani uluslararası ticaretten bağımsız bir yapı. Rusya, Sovyet sistemini kurduğu zaman dünyada bir devrim yaratılması umuluyordu. Ondan sonra kim sosyalist olmak istese aynı şeyi yaptı; önce elektrik elde edecek yahut petrol kullanacak, ondan sonra ağır sanayi yapacak... Oysa uluslararası ticaret bunu birden bire ortadan kaldırıyor. Bazen kendi kömürünü çıkartıp, onu termik enerjiye çevirerek elektrik elde etmek yerine, dışarından elektrik veya kömür satın almak daha rasyonel olabiliyor. Tabii, kapitalizmin dini-imanı yok. O böyle bir sınır tanımıyor. Globalleşme denen şey geliştikçe, sosyalizmin öngördüğü kalkınma stratejisi çocuksu bir hal alıyor. En son Arnavutluk direniyordu, sınırlarını kapatmıştı. Kendi içinde çok geri bir tarım ve endüstri teknolojisiyle halkın ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordu. Parti ileri gelenleri de çok refah içinde değillerdi. Adil bölüşüm açısından ideale yakın bir şeydi bu; ama teknoloji izin vermedi ki. Televizyon çıktı; Arnavutlar da onu açıp İtalya’da insanların nasıl yaşadığını gördü. Turizm geldi. Ne kadar zorlasalar da, kıçına blucin geçirmiş, üstü tişörtlü insanlar farklı bir hayatın mümkün olduğunu Arnavut halkına gösterdi. Yürümedi. Eski manasıyla o mistik sosyalistlik Küba’da bile yok. Bir tek Kore’de kaldı.
 
Problemlerin tabiatında da bir değişme olmadı mı? Solun 200 yıllık tarihi göz önüne alındığında başlangıçtaki problemler önemli bir yer tutuyor, dediğiniz gibi. Bugün geldiğimiz nokta ise biraz farklı. İşçi sınıfı problemsiz değil şüphesiz. Ama bunlar, diğerleriyle birlikte düşünüldüğü zaman, klasik manada sol bir ideoloji ortaya çıkaracak kadar baskın ve belirleyici sayılmaz. Yani bugünkü problemler çok farklı; çevre problemleri, manevi boşluk problemleri var. Küreselleşmenin getirdiği eşit bölüşüm problemi bunlardan sadece birisi olarak temayüz ediyor. Sol teorik anlamda yeniden yapılanırsa, eşit bölüşüme ilaveten başka eksen ilkeler geliştirebilir mi?
Solun dünyada ve Türkiye özelinde, uygulamadaki bir eksikliği demokrat olmamak olmuştur. Yani demokrasi lafını bolca etmekle birlikte gerçeklikte demokrasiye, hoşgörüye uymamıştır solcular. Çünkü onlar doğru cevabı bildikleri noktasından hareket ediyor. Bazen öğrencilerime şaka yollu, “Demokrasi cehalete dayanır” derim. Bunun ciddi bir şey olduğunu da düşünüyorum. Eğer siz toplum için iyinin ne olduğunu biliyorsanız, o zaman iyi hakkında bir şey sormaya ihtiyacınız yok. Onlara bu iyiyi sunarsınız. Hatta zorlarsınız; zorlamak sizin için ahlakî vazifedir bile. Solcu da bu bakımdan bir müminden farklı değil; doğru cevabı biliyor. Niye kafa saysın, niye tartışsın, doğru cevabı empoze etmek varken. İşte bu bana yanlış bir şey gibi geliyor. Solun geleneksel olarak proletarya tabanında bir siyasî hareket olmasından herhalde vazgeçmek gerekir. Proletarya kendisini kurtarırken, bütün düzeni değiştirecek, kurtaracak bir durumda değil artık. Sol daha çok bir aydınlar hareketi halinde; toplumun vicdanı gibi bir şey. Her yerde farklı sorunlar olabilir. Nitekim Türkiye’nin sorunları farklı; Finlandiya’nın, Arnavutluk’un farklı. Her toplumda sosyal adalet, eşit bölüşüm veya hakkaniyetli bölüşüm, özgürlük, demokrasi gibi değerleri benimseyen insanların halkın duyarlılıklarını geliştirmesi lazım. Tabii bunda büyük zorluklar var. Çünkü medya ve propaganda; gazeteler, televizyonlar, radyolar halkın duyarlılıklarını belirliyor. Bunlara girmeden o duyarlılıkları etkilemek çok zor. Ben şuna inanıyorum ki, temel mesele halkın duyarlılıklarını etkilemektir. Halk bir konuda duyarlı hale gelirse, ki bu ekoloji sorunu, grev ya da başka bir toplumsal konu olabilir, iktidardakiler demokratik çerçeve içerisinde halkın duyarlılıklarına boyun eğmek zorundadır. Ama halkın duyarlılığını etkileme konusunda da kapitalizmin yarattığı sıkıntılar var. Çünkü artık bunun bir ilmi var; iletişim ilmi, propaganda ilmi…
 
Peki bu popülizm değil mi? Halkın suyunda gitmekten farkı ne?
Hayır. Halkın suyunda gitmek değil, ben tam tersini söylüyorum; halkı etkileyerek, duyarlılıklarını değiştirerek, ona yeni görüş kazandırmak. Popülizm onun tam tersi. Mesela halk dalkavukluğu. Halkın ürününü pahalıya satın almak, ihtiyaç olmadığı halde bir havaalanı yapmak ya da üniversite kurmak gibi şeylerdir popülizm. Ben kalıcı olduğuna inandığım değerleri benimsemiş insanların bu değerlerini halk katında duyarlılığa çevirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Bunu başarabilirlerse yol alırlar.
 
Peki bu, popülizm değilse, solun çokça eleştirildiği bir başka uç noktayı ortaya çıkarmaz mı? Türkiye’de solun elitist bir karaktere sahip olduğu sıkça tekrarlanıyor. Belli bir çerçevede sıkışmış olmak ve halkı dönüştürmeye çalışmak; bu elitist anlayış, sol açısından doğru bir şey mi?
Ben herhalde teslimiyetçilerdenim. Artık klasik, proletarya tabanında, işçi sınıfı üzerinden bir siyasî programın iktidara getirilmesi ve toplumun değiştirilmesi olanaklı değil. Bir kere bu proletarya söyleminden vazgeçmek gerekir. Zaten modernleşmenin bir manası da hizmet sektörünün artması oldu değil mi? Eskiden biz ne biliyorduk; tarım, endüstri, bir de küçük hizmet sektörü... Şimdi pek çok ülkede hizmet sektörü, asıl büyük kısmı teşkil ediyor ve bu sektörde çalışanlar proleter değil. Tarımla uğraşanlar küçülüyor. Ne yazık ki, Türkiye’de bu, o kadar hızlı küçülmüyor. Hâlâ nüfusun yarısına yakını tarıma bağlı. Bu ne kadar küçülürse, o kadar sağlıklı bir modern yapıya dönüşecektir. Eğer Türkiye’de nüfusun %10’u bugünkü tarım düzeyini, hatta daha fazlasını yürütebilir hale gelirse bu daha iyi olacaktır. O zaman sol elitist bir şey mi oluyor? Bir anlamda öyle oluyor. Zaten geçmiş devre baktığın zaman, solu sıradan insanın anlayacağı forma sokmak müthiş bir bayağılaştırma pahasına; ancak slogan düzeyinde oluyordu. Solun, Türkiye dahil, birçok ülkede iki tane zaafı oldu. Birincisi, hiçbir zaman işçi sınıfı, ezilen kitleler gibi bir sınıf temeline oturmadı; öğrencilik gibi insan hayatında gelip geçici bir dönemle sınırlı kaldı. İkincisi, anti-emperyalizm anlamına geldi. Oysa anti-emperyalizm, milliyetçilikle çok kolay karışabilecek bir şey. Kapitalist olduğu için mi karşısın, gayr-i Türk olduğu için mi karşısın? Hem Kemalist, hem solcu olmak pekala mümkün. Mümkün de, işte sonu Halk Partisi gibi oluyor. Ondan sonra Deniz Baykal “arayış” deyip, “Şeyh Edebali” deyip Anadolu solculuğu gibi abuk işlere kalkışıyor.
 
Yeri gelmişken, Kızıl Elma Koalisyonu’ndan da bahsedelim. Herhalde çözülüyor bugünlerde ama…
O tam bir rezalet. Bana öyle geliyor ki, bir zamanlar Mao Ze Dung’un izinden giden insanlar Kemalizm’le özdeşleştirdiler kendilerini. Onların bir özelliği anti-Rus olmaktı. Ben de Sovyet tecrübesine eleştirel bakmak gerektiğine inandım. Bunlar “yeni Rus çarları” diyerek tamamen Çin’in ağzıyla Sovyetlere saldırdılar. Bu anlamsız bir şeydi. Bir yandan da Türkiye’de ırkçı-milliyetçi sloganlara sahip çıktılar. Perinçek’in partisi Kıbrıs’ın ilk yıllarında, 74-75’te, “işgalci Türk ordusu çekilsin” diye pullama yapıyordu her tarafta. “Aman Kıbrıs’ı kaybedeceğiz; bu hain sağ siyasetçiler Kıbrıs’ı satıyorlar” diye konuşuyorlar şimdi. Kendi içlerinde de birçok çelişki var.
 
Türkiye’de o zaman şöyle bir çizgi takip etmek mümkün mü? 19. yüzyıldan itibaren akım ne olursa olsun, ulusalcılık, İslamcılık veya solculuk, bunların hedefi devleti kurtarmak, korumak olmuş. Ve bugün Perinçek’in partisinden tutun da diğer tüm siyasî akımlara kadar hepsinin gündeminde yine devlet var. O anlamda sol, İslamcılık, milliyetçilik, Kemalizm anlamını yitirmiyor mu?
Buna cevap vermek çok zor ama Türkiye öyle bir takım dönüşümler geçirip öyle bir hale gelmeli ki, burada birlikte yaşama iradesi hakim olmalı. Yani Kürt soyundan da gelse, Arnavut da, Boşnak da olsa TC yurttaşı olan insan bir arada yaşamaktan bir güven duymalı. Çünkü Türkiye’de acı bir şekilde Kürt sorunu yaşandı. Hâlâ da yaşanacak gibi görünüyor. Çünkü Kürt milliyetçiliği, Türk milliyetçiliğine benzer bir şey yaşıyor. Üstelik onlarınki daha genç olduğu için daha iri, daha saldırgan bir milliyetçilik. Ama başka problem de çıkacak. Mesela Alevî sorunu, Osmanlı zamanında da hep geçici bir sapkınlık diye düşünülmüş; üstüne gidilmemiş, idare etmişler. Cumhuriyet’te de bu yaklaşım devam etmiş. Hatta başlangıçta laiklik Alevileri tatmin eden bir şey olarak görülmüş. Onlar da geleneksel olarak Halk Partisi’ne oy vermişler. Ama eğer tedbir alınmazsa, ki o tedbir ancak anayasal, demokratik bir çerçeve içerisinde birlikte yaşama iradesi ve gönül rahatlığını sağlamak olabilir, bu da bir problem olarak çıkacak. Allah’tan problemler üst üste çakışmıyor. Mesela Alevi-Sünni ayrışması, Türk ve Kürt kesimlerini çaprazlamasına kesiyor. Bütün Kürtler Alevî ya da bütün Türkler Sünni olsaydı, işimiz çok daha zor olurdu. Çağdaş dünyada çok boyutlu ilişkilerin olması önemli. Bir adam Kürt olabilir, AKP yanlısı olabilir, Fenerbahçe takımını tutabilir, bilmem şurada okuyabilir. Bu farklı boyutlar oldukça, onlara demokratik bir anayasal düzen içinde yaşama şansı verilirse mesele çıkmaz. Ama insanlar standartlaşırsa, kimlikler üst üste binerse o zaman patlamalar kaçınılmaz olur.
 
Biraz bu bağlamdan ayrı olarak şunu sormak istiyorum: Küreselleşme karşıtı hareket zamanla alternatif küreselleşme yanlısı harekete dönüştü. Bu hep muhalif kalmakla, ama iktidara geldiği zaman başarılı olamamakla eleştirilen sol açısından, dağınık yapıdan örgütlü yapıya geçiş olarak da görülüyor. Bu, sol açısından nasıl yorumlanabilir?
Şimdi dolaylı bir cevap vereceğim. Liberalizmin iki manası var bence: Bir siyasî, bir de ekonomik. Ekonomik manada liberalizm, kapitalizme teslim olmak demektir. Benim küreselleşmeden anladığım da bu. Ben siyasî manada liberalizmden yanayım. Ama bunun ancak kapitalizme teslim olmakla gerçekleşeceğini söyleyenlerden ayrılıyorum. Çünkü birtakım ülkelerde, mesela Uzak Doğu’da, ekonomik manasıyla liberalizm var; ama siyasal anlamıyla özgürlükçü bir ortamın olduğunu söylemek mümkün değil. Türkiye’de, İkinci Cumhuriyetçi denen akım var; ben onlardan değilim. Tam da bu noktada ayrılıyorum. “Türkiye’de eğer özgür bir siyasî hayat istiyorsanız o zaman ekonomik liberalizme teslim olun” diyorlar. Liberalleşme denen şey kapitalizmin dünya hakimiyeti. Buna direnmek lazım. Ama bu direniş ne kadar başarılı olur, alternatif globalleşme ne kadar şans taşıyor? Bu konularda hem fazla bilgi sahibi değilim, hem de fazla ümitli değilim. Sadece buna direnmek gerektiğini biliyorum.
 
Liberalizm ile sol, idealde, bir konuda uzlaşıyor. Her ikisi de netice itibariyle, birisi birey diğeri toplum adına, devleti ortadan kaldırmayı hedefliyor. Türkiye’de de son dönemde solcuların liberalizme kayması, liberallerin solla yakınlaşması pratikte bir uzlaşmayı mı gösteriyor?
Liberaller solcularla yakınlaşmıyor. Eski solcular biraz daha liberalliklerini öne çıkartıyorlar; biraz da günah çıkartırcasına. Çünkü geçmişte çok fazla özgürlükçü olmamışlar. Hep doğruyu bilme noktasından dolayı. Niye özgür olup da fikir sormak ihtiyacında olasın? Sen doğruyu biliyorsun, gereğini yap!
 
Çok teşekkür ederiz.

Paylaş Tavsiye Et