Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2005) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
İsrail, Filistin topraklarından çekilmeyi erteliyor / İvan Groşkov, Nezavisimaya Gazeta, 20 Nisan 2005
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
İsrail Hükümeti, Ürdün nehrinin batı kıyısında bulunan yerleşim birimlerinin inşaatının durdurulmayacağını ve Gazze Şeridi’ndeki Yahudi yerleşim birimlerinin ortadan kaldırılmasının ertelenebileceğini açıkladı. Dolayısıyla, İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un uygulamaları, bir uluslararası uzlaşma planı olan “Yol Haritası”na aykırı olmanın yanı sıra, aynı zamanda daha önce kendisinin önerdiği Filistin’den ayrılma planına da zıt düşmekte. Daha önce yapılan anlaşmanın dışına çıkarken İsrail’in bu konuda ABD ve Filistin ile görüş birliğine varmaya ihtiyaç duymadan kendi başına hareket etmesi, bu iki ülkenin İsrail’i kınayan açıklamalar yapmasına neden oldu.
Birkaç gün önce İsrail, Ürdün nehrinin batı kıyısında 50 yeni bina inşa edeceğini açıkladı. ABD Hükümeti, resmî olarak buna karşı olduğunu ifade etse de, Teksas’ta yapılan zirve görüşmeleri sırasında ABD Başkanı George Bush’un bu konudaki tavrının çok sert olmaması, İsrail Hükümeti açısından kendi başına kararlar alabileceği ve tek taraflı olarak hareket edebileceği anlamına geliyor.
Böylece, daha önce 20 Temmuz’da başlatılması kararlaştırılan Gazze Şeridi’nde ikamet eden Yahudi halkın göçü, “dini gerekçeler” ile üç haftayı aşkın bir süre için ertelenebilir ve İsrail Hükümeti, erteleme kararının Yahudilerin, Romalıların Yahudi ibadethaneleri yıkmasını anarak tutulan yastan kaynaklandığını ileri sürer. Yahudi geleneklerine göre, yas süresince yeni bir yere taşınmak yasaktır. Aynı zamanda İsrail Hükümeti, Gazze Şeridi’nden çekilmenin, Yahudi tarihindeki trajik olaylarla aynı sıraya girmesini istemiyor. Yahudi yerleşim birimlerinin ortadan kaldırılmasını erteleyen Şaron, radikal Yahudi grupların tepkilerini azaltmanın yanı sıra, zaman kazanmayı da amaçlıyor. Böylece İsrail Hükümeti, Gazze’den çekilme hazırlıklarını tamamlamak için daha fazla zamana sahip olacak.
Gazze’de yaşayan Yahudi ailelerin göçünün ertelenmesi konusunda kesin bir karar almak için toplanan özel heyet, İsrail Başbakanı’nın kesin bir tarih belirlemesini istiyor. Yahudilerin bölgeden çekilmesi 1 Eylül’den önce gerçekleşmek zorunda; zira bu konudaki aksamalar, öğrencilerin okula vaktinde başlamasını engelleyerek yeni öğretim yılının daha geç tarihlere kaymasına yol açar.
Bölgedeki durumla ilgili ihtilaflı meselelerde kendi başına karar verme eğiliminde olan Şaron, Batı kıyısında bulunan Yahudi yerleşim birimlerinin büyümesinin gerekçesi olarak, Filistin topraklarındaki terörist etkinliklerin sürmesi nedeniyle “Yol Haritası”nın uygulanamamasını gösteriyor. Öyle görünüyor ki Şaron, İsrail’in yeni sınırlarını el altından, kendi keyfince belirlemeyi amaçlıyor. Bu arada İsrail Başbakanı, Mart 2001’den sonra Filistin topraklarında yasadışı olarak inşa edilen Yahudilere ait binaları ortadan kaldıracağı yönünde George Bush’a verdiği sözü de çoktan unutmuşa benziyor.

Tavsiye Et
Katoliklere Alman Papa / Maksim Yusin, İzvestiya, 21 Nisan 2005
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Sayıları 1 milyara ulaşan Hıristiyan Katolik Kilisesi mensupları, yeni bir lidere sahip. Daha önce papa adayları arasında adı en sık anılan 78 yaşındaki Alman Kardinal Josef Ratzinger, papalığa seçildikten sonra, 16. Benediktus adıyla görevine başladı.
Ratzinger’in seçilmesi, Katolik Kilisesi’nde çoğu şeyin Papa II. Jean Paul zamanında olduğu gibi kalacağı anlamına geliyor. Muhafazakâr görüşlü Alman kardinal, Vatikan siyasetinin ani değişimlere uğramasına karşı olarak tanınıyordu.
Büyük ihtimalle 16. Benediktus’un dönemi, bir geçiş dönemi olma özelliğini taşıyacak. Yaşı 80’e yakın olan bir insanın derin reformlar gerçekleştirmesi düşünülemez; hele ki bu kişinin tutucu görüşleri nazara alınırsa.
Ratzinger’in Papa seçilmesi, Katolik Kilisesi’nin ikinci kez İtalyan uyruklu olmayan bir papaya sahip olacağı anlamına geliyor. Papa II. Jean Paul’den önce dört buçuk asır boyunca Katolik Kilisesi liderliğine seçilenlerin hep İtalyan uyruklu kişiler olduğu göz önünde bulundurulursa, olayın mahiyeti daha iyi anlaşılır.
Katolik Kilisesi’nin yeni liderini belirlemek için 52 ülkeden gelen 115 kardinal iki günde karar birliğine vardı. Oylamanın bu kadar kısa sürede sonuçlanacağını beklemeyen halk ve uzmanlar, hafif bir şaşkınlık içindeler. Bir papa adayı, seçilmek için oyların üçte ikisine sahip olmalı; yani en az 77 kardinalin oyunu alabilmeli. Papa II. Jean Paul seçilirken, fikir birliğine varılmadan önce sekiz defa oylama yapıldı. Büyük ihtimalle, Katolik Kilisesi’nin yeni liderinin kim olacağı konusundaki karar, oylamadan önce verilmiştir.
Bir Vatikan geleneğine göre, yeni seçilen Papa’ya görevini üstlenmeye hazır olup olmadığı soruldu. Daha sonra yeni Papa, Aziz Piter Katedrali’ndeki “ağlama odası”na götürüldü. Bu geleneğe göre, Katoliklerin yeni lideri, papalığa seçildiği haberini, yükleneceği ağır yükü düşüp gözyaşı dökerek karşılamalı. Bu odada Papa, Kilise tarihinde anılacağı bir isim seçer kendine. Josef Ratzinger, 16. Benediktus adını seçti.
Ardından yeni papa, bütün inananların kendisi ve papalığı için dua etmelerini istedi.

Tavsiye Et
Büyük Avrupa Barışı için / Timothy Garton Ash, The Guardian, 14 Nisan 2005
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
Bir imparatorluğun parçalanması kaç yıl ve kaç savaş boyunca sürer? Osmanlı İmparatorluğu örneğinde bu sorunun cevabı yaklaşık 400 yıl ve en az 20 savaş olacaktır ki, Saraybosna’da başlayan I. Dünya Savaşı da bunlara dahildir. Geçenlerde yapılan bir ankete göre, dört Makedonyalı’dan üçü, ülkelerinde yeni bir askerî çatışmanın çıkmasını beklemektedir. Küçük bir Balkan Savaşı daha ister misiniz?
Günümüz Avrupası’nın acil sorunlarının çoğunun, Osmanlıların geride bıraktığı etnik gruplar, siyasetler ve dinlerden oluşan karmaşık ağa kadar izlenebilmesi oldukça çarpıcıdır. Bugünün çatışma noktalarını gösteren bir haritayı, Muhteşem Süleyman’ın 16. yüzyıldaki imparatorluğunun şeması üzerine koyun; birbirlerine ne kadar da uyuyorlar. Süleyman’ın ülkesi bugün (savaş ve etnik çatışma ile eşanlamlı bir terim haline gelmiş olan) Balkanlar dediğimiz coğrafyanın yanı sıra, bugünün Irak, Suriye, Lübnan, Filistin ve İsraili’ni de içine alıyordu. Kızıldeniz boyunca Yemen’e kadar ilerliyor ve Kuzey Afrika kıyılarında Mısır’dan Cezayir’e kadar uzanıyordu. İsrail’in Yakın Doğu’daki varlığından kaynaklanan sorunlar nedeniyle sadece kendimizi ve Hitler’i suçlamak zorundayız; ama geri kalanlar için Süleyman’a teşekkürler.
İtalya’nın eski başbakanlarından Giuliano Amato’nun başkanlığında kurulan yeni bir komisyon, Süleyman’ın mirasının en azından bir kısmı için bir çözüm ileri sürdü. Kosova’da Sırplar ile Arnavutlar arasında daha geçen ilkbaharda yeniden şiddet yaşandığını ve buradaki işsizlik oranının %60’ı geçtiğini göz önüne alan komisyon, Balkanlar’daki mevcut siyasî belirsizliğin sürdürülemez olduğunda ısrar ediyor. Amato Komisyonu’na göre AB’nin seçenekleri basit: Genişleme ya da imparatorluk. Ya AB olarak arka bahçemiz Balkanlar’da daha on yıllarca kolonilerimiz olacağını kabul edeceğiz ya da Balkanlar’ın AB’ye katılmaktan memnuniyet duyacağı şartları hazırlamaya başlayacağız. Komisyon, tercihini kesin surette genişlemeden yana koyuyor.
Avrupa Parlamentosu dün Bulgaristan ve Romanya’nın AB’ye 2007’de katılmasına yeşil ışık yaktı. Hırvatistan, Türkiye ve Balkanlar’ın geri kalanı için bu, 10 yıl gibi bir süre içinde Avrupa Birliği’nin 35 üye ve yaklaşık altıda biri Müslüman olan, 600 milyon insanı kapsayacağı anlamına geliyor. İşin ironik tarafı şu: Bir taraftan bu yeni tarz imparatorluğun sınırlarının etrafındaki insanlar “Bizi de alın! Bizi de sömürgeniz yapın!” diye bağrışırken, diğer taraftan imparatorluğun çekirdeğini oluşturan üye ülkeler varlık nedenlerini sorguluyor. Bu iki durumun arasında nedensel bir bağlantı var. Çünkü önümüzdeki ayın sonunda Fransızlar AB anayasa antlaşmasına hayır oyu verirlerse, bunun bir nedeni de AB’nin Türkiye’yi üyeliğe alma olasılığı olacaktır. Şimdiye kadar genişleme AB’yi hep güçlendirdi, zayıflatmadı. Ama bir noktadan sonra sürekli genişleme Birliği zayıflatmaya başlayacaktır. Avrupa Birliği Osmanlı’nın bütün kalıntılarını içine alacak olursa, onun kaderini de paylaşmak durumunda kalabilir. Avrupa’nın kendisi “Avrupa’nın hasta adamı” haline gelebilir.
Ancak komisyonun mantığına direnmek de imkansız. Balkanlar’da seçenekler ya Avrupa ya da savaş. Bugünlerde Pax Romana’nın ardılı olarak Pax Amerikana’dan bahsediyoruz. ABD 1990’larda Balkanlar’a barış getirmede hayatî bir rol oynamıştı. Ancak Pax Amerikana Avrupa’nın arka bahçesine yönelik değil. Bu iş bize düşüyor. Bütün kıtayı kucaklayacak bir Pax Europeana beklentisi, riske girmeye değmez mi?

Tavsiye Et
Türkiye-Ermenistan barışı için umut / David L. Phillips, The Boston Globe, 19 Nisan 2005
Amerikan Basını
Çeviri: Ebru Afat
Türk-Ermeni ilişkilerine 90 yıldır düşmanlık ve güvensizlik hakim. Birbirinden çok farklı tarih yorumları, yanlış anlamaları daha da derinleştiriyor. Ermeniler ve birçok uluslararası tarihçi, 19. yüzyılın sonunda Doğu Anadolu’da 250 bin Ermeni’nin öldürüldüğü sistemli katliamlardan bahsediyor. 24 Nisan 1915’te 800 kadar Ermeni cemaat lideri öldürülmüş ve 1915 ile 1923 arasında Ermenilerin tehciri 1,5 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanmış.
Türk hükümeti bu olayların savaş bağlamında meydana geldiğini vurguluyor. Sürgünün, yüz binlerce Türk’ün ölmesine yol açan Ermeni isyanlarının doğurduğu güvenlik endişelerini gidermek için yapıldığına işaret ediyor. Türkiye soykırım terimini kullanmayı reddediyor ve Ermenilerin soykırıma uluslararası tanınma kazandırma çabalarına çok kızıyor. Diaspora siyaseti ve Ermenilerin Azerbaycan’da işgal ettikleri topraklar meseleyi daha da karmaşıklaştırıyor. 2001’de bir grup kahraman Türk ve Ermeni, konuşma vaktinin geldiğine karar verdi ve Türk-Ermeni Uzlaşma Komisyonu’nu kurdular. Bu komisyon tabii ki resmî diplomasinin yerine geçmiyor. Komisyonun birinci hedefi, diplomatik ilişki kurmaya yönelik bir ilk adım olarak Türkiye ve Ermenistan’ı Kars-Gümrü sınır kapısını açmaya teşvik etmekti. Ancak soykırım meselesi tartışmalara sürekli gölge düşürüyor.
Bu noktada Türk ve Ermenilere düşen, diyalogu genişletmek. Ermeni hükümeti, günümüz Türkiyesi ile Ermenistan arasındaki sınırı çizmiş olan 1921 Kars Antlaşması’nı tanıdığını vurgulayarak, Türkiye’nin sınırı açmasını kolaylaştıracak koşulları yaratabilir. Türk yetkililer de Türkiye’nin korkacak hiçbir şeyinin olmadığını ve sınırı açmaktan büyük kazanç elde edileceğini görmeliler. ABD de Ermenistan’ı harekete geçmeye teşvik etmeli ve Türkiye’ye, iyi komşuluk ilişkilerinin Türkiye’nin AB üyelik beklentisine de fayda sağlayacağını göstermeli.

Tavsiye Et
Siyasî boşluk tehdit ediyor / Abdullah es-Suveycî, El-Halic, 18 Nisan 2005
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Arap dünyasında şu günlerde, yavaş yavaş kendini gösteren tehlikeli bir durum söz konusu; güvenlik boşluğuna yol açan ve bölgeyi korkunç bir kaosa sürükleyen, bu nedenle de uluslararası güçler olarak adlandırılan yabancı güçlerin müdahalesine zemin hazırlayan siyasî boşluk.
ABD ve Britanya kuvvetlerince gerçekleştirilen ve sonrası için herhangi bir planın yapılmadığı her gün biraz daha ortaya çıkan savaş, Irak’ı öyle tehlikeli bir boşluğa düşürdü ki; bunun neticesinde ülkenin yabancı güçler tarafından daha yıllar boyu işgal altında tutulmasına müsait bir zemin hazırladı.
Lübnan’da olanlar ise daha vahim ve acı; zira hükümet düştü. Lübnan, anayasal ve siyasî bir krize sürüklendi. Her ne kadar halk, iç savaşın tekrar yaşanması konusunda isteksiz olsa da, muhtemelen durum daha da kötüleşecek. Zira karar halkın değil, bu durumdan istifade edenlerin elinde. Boşluk, Hariri suikastını araştırmak için kurulan uluslararası komisyonun göreve başlamasıyla daha da büyüyecek. Çünkü komisyon, ülkenin güvenlik birimi sorumlularının toplu bir şekilde istifasını şart koşmakta. Bir de buna BM Güvenlik Kurulu’nun özgür bir milletvekilliği, hatta başkanlık seçimlerinin yapılmasını ve milislerin silahsızlandırılmasını öngören 1559 no’lu kararını eklersek, tüm bu iç ve dış faktörlerin Lübnan’ı uluslararası müdahaleye açık hale getirecek bir boşluğa sürükleyeceği açıktır.
Sudan da uzun yıllardır karşılaştığı tehditlere ek olarak, yeni meydan okumalarla karşı karşıya. Bu meydan okumalar, Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’le yönetimi paylaşacak olan John Garank’ın kuvvetleriyle hükümetin giriştiği savaşlar, Darfur krizi ve Sudan toprakları dışında savaş suçu işleyenlerin yargılanması kararı şeklinde özetlenebilir. Sudan’a yönelik bu apaçık müdahaleler ülkeyi önce ABD, sonra da Güvenlik Konseyi ile karşı karşıya getirecek, bunun sonucunda Sudan’a ekonomik ambargo uygulanacak ve bu ülke uluslararası müdahaleye açık hale getirilecektir.
Ancak objektif olarak meseleye baktığımızda, fiilî ve muhtemel boşlukların müsebbibi olarak sadece ABD ve Batı ülkelerini göstermek haksızlıktan ve hakikati örtmekten başka bir şey değil. Asıl sebep, dünyada gerçekleşen köklü değişiklikleri müşahede ettiği halde değişmemekte ısrar eden Arap yönetimlerinin tutumudur. Bu yönetimler artık dünyanın, ülkeleri onlarca yıl yöneten baskıcı ve diktatör liderlere tahammülünün kalmadığını göremiyorlar.

Tavsiye Et
Irak’ta canlı heykellerin yıkılışı / Abdulbari Atwan, El-Quds El-Arabi, 22 Nisan 2005
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
İki haftalık bir bekleyişe rağmen, Firdevs meydanındaki heykelin yıkılmasının ve Irak’ın özgürleştirildiğini müjdeleyen ABD askerlerinin Bağdat’a girmesinin ikinci yıldönümünde ne Bağdat’ın, ne de diğer Irak şehirlerinin sokaklarında herhangi bir kutlama göremedik.
Zafer sarhoşluğunun yaşandığı o ilk günlerde, Irak Ulusal Meclisi üyeleri, tıpkı güvenliğe, demokrasiye ve özgürlüğe adım atan yeni Irak’ı sembolize eden bir bayrak edinme kararı aldığı gibi, kurtuluş gününün ulusal bayram ilan edilmesi yönünde bir karar almıştı. Oysa gelinen süreçte güvenlik tamamıyla ortadan kalkmış durumda. Ekonomik gelişme yalnızca bir temenniden ibaret. Demokrasi Yeşil Bölge’nin sınırları içerisine hapsoldu. Özgür(!) seçimlerin yapılmasının üzerinden neredeyse üç ay geçmesine rağmen, işgalci şövalyeler henüz bir hükümet kurdurmayı başaramadı.
Heykel gerçekten yıkıldı. Yıkılışını TV ekranlarında izledik. Ancak Irak halkını yanıltan, kandıran, ona yalan söyleyen, ülkesinin birliğini parçalayan işgalcilerin canlı heykelleri de her gün birer birer gözlerimizin önünde yıkılıyor.
Heykelin yıkılması diktatörlük çağının, toplu mezarlar döneminin sona ermesi; demokrasiye, özgürlüğe adım atılması ve zorunlu-gönüllü sürgünde bulunan yaklaşık dört milyon Iraklı’nın geri dönmesi anlamına geliyordu. Ancak durum bunun tam tersi oldu. Geçen iki yıllık dönemde yüz bin Irak evladı ABD saldırılarında şehit oldu. İşsizlik oranı %70’lere ulaştı. Felluce gibi şehirleri tamamen yerle bir edildi. Kutsal şehir Necef’e girildi ve Hz. Ali Türbesi bombalandı. Sürgünde olanlar -ABD ve İngiltere’nin listesinde adı geçenler hariç- geri dönmedi; üstüne üstlük bu sayıya Iraklı uzman ve yetkin kişilerin de bulunduğu iki milyon kişi daha eklendi!

Tavsiye Et
Daha politik, daha etkin ve daha güçlü bir Avrupa / Nicolas Sarkozy*, Lefigaro, 14 Nisan 2005
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
30 yıldır siyasal angajmanımı aksiyondan, değişimden ve kaderciliği reddetmekten yana inşa etim. Onun için 29 Mayıs referandumunda evet oyu kullanacağım. “Evet” çünkü, AB Anayasası yeni bir Avrupa’nın ortaya çıkmasını sağlayan ve AB politikalarını değiştiren bir anayasadır.
Fransızların Avrupa inşasına bağlılıklarını ispat etmeye ihtiyaçları yok. Elli yıldan beri Fransa Avrupa’nın taşıyıcı motorlarından birisi oldu. İlerlemeci ve faydacı inşa fikrini ortaya atan Fransa’dır. Barışı tesis etmek için geçmişin acılarını unutmayı kabul eden Fransızlardır. AB’nin inşası sürecinde gerçekleşen bütün büyük anlaşmalarda Fransızlar aktif olarak bulundu. Bugün onlar daha ileri gitme niyetindeler; fakat istiyorlar ki, onlara vaat edilen Avrupa onların taleplerine cevap verme hususunda hiçbir şüphe uyandırmasın.
Fransızlar her şeyden önce Avrupa’nın, onların bazı endişelerine cevap vermesini istiyor: İş, sosyal adalet, güvenlik, insanî fakat ölçülü bir göç politikası. Ayrıca onlar ABD, Çin, Hindistan gibi devlere kafa tutmaya muktedir bir Avrupa istiyor. Bu ülkelerle muhalif bir ilişki içinde olmayı kastetmiyorum; fakat onlarla eşit şartlarda olmayı ve haklarımızı, özellikle Dünya Ticaret Örgütü’nde savunmayı kastediyorum. Fransızlar ayrıca başka bir küreselleşme tahayyülü olan bir Avrupa istiyor. Serbest ticaretin ve rekabetin insanoğlunun emrine verildiği bir küreselleşme; tersi değil. Avrupa ekonomik olarak güçlü ve değerler bakımından zengin olmazsa, bu farklı geleceği kim tasavvur edecek? Bunları kim yapacak?
Benim inancım o ki, AB Anayasası Avrupa’ya bütün bu beklentilere cevap vermeyi sağlayacak gerekli ufku kazandıracaktır.
Her şeyden önce Anayasa ile birlikte Avrupa daha siyasî olacaktır. “Kurucu Babalar”ın projesi tamamlanacaktır. Ekonomik birlik siyasal birliğe dönüşecektir. Yeni Avrupa’nın yeni dönemi başlayacaktır. Anayasa ile birlikte Avrupa daha etkin olacaktır.
 
* Fransa’da iktidarda bulunan Halk Hareketi Birliği’nin lideri

Tavsiye Et
Avrupa basını “Alman Çoban”ı beğenmedi / Libération, 20 Nisan 2005
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Alman Joseph Ratzinger’in Papa seçilmesinin ertesi gününde, Avrupa gazeteleri XVI. Benoit’nın tutucu ve uzlaşmaz yanını sert biçimde eleştirdi.
Alman basını: Papa’nın kendi ülkesi olan Almanya’da, basına gurur ile hayal kırıklığı arasında bir hava hakimdi: “Gurur duymalıyız, bu bir Alman! (…) Papa’ya eşlik eden Allah’ın rahmeti her gün Almanya’dan gitmektedir.” Sol Tageszeitung gazetesi ise simsiyah bir resim yayımlayacak kadar ileri gitti: “Yeni Papa Joseph Ratzinger, Aman Allahım!”
İtalyan basını:XVI. Benoît’yı övdüler. Corriere della Sera sade bir şekilde “Ratzinger XVI. Benoit” başlığıyla verdiği haberde, “Büyük birikim, 78 yaşında” ifadesini kullandı. La Stampa “O bizi şaşırtacak” öngörüsünde bulunurken, La Repubblica onu moderniteyi altedecek bir savaşçı ilan etti. Komünist bağımsız Il Manifesto gazetesi en iğneli başlığı attı: “Alman beşiği, siyah Papa.”
Avusturya basını:yeni Papa’nın “Panzerkardinal” Josef Ratzinger’den daha fazla esneklik göstermek zorunda kalacağının altını çizdi. Kurier gazetesi “Papa’nın hızlı seçimi Kilise’nin modernlikten ziyade devamlılığa verdiği önemi gösteriyor” yorumunu yaptı.
Polonya basını:yeni Papa’nın II. Jean Paul’e ne kadar benzediğinin altını çizdi. Merkez sağdan günlük Gazeta Wyborcza, Papa’yı zamanımızın en parlak entelektüelleri arasına koydu.
İspanya basını:Papa’nın fundemantalist bir papa olacağı kehanetinde bulundu.
İngiltere basını: Papa’ya karşı hiç de müşfik olmayan eleştirilerde bulunarak onun gençlik yıllarında Hitler hayranı olmasına dikkat çekti. İngiltere’nin en çok satan gazetelerinden The Sun, “Hitler gençliğinden… Papa Ratzi’ye” başlığını attı ve Ratzinger’in 1943 yılında Hitler gençliğinde üniformalı, madalyalı resmini sürmanşetten verdi.
Yunan basını: %98’i Ortodoks olan bu ülkenin basını Vatikan’ın devamlılığı tercih ettiğini vurgulayarak, “Yeni Papa, II. Jean Paul’ün en yakın dostlarından birisiydi ve aynı muhafazakâr çizgiyi sürdürecektir” şeklinde ortak yorumlar yaptı.
İsviçre basını: açıkça hayal kırıklığını ifade etti: “Ratzinger, üzücü bir seçim.” La Tribune de Geneve gazetesi “Hayır diyen adam” şeklinde manşet attı.

Tavsiye Et
Papa ve politika: Derin korku / Claus Christian Malzahn, Der Spiegel, 20 Nisan 2005
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Ratzinger’in Papa seçilmesi kardinallerin çok da bilinçli bir tercihi değildi. Ama XVI. Benedict’in kutsanmasının Alman siyasetine ilginç etkileri olacak. Ratzinger, 68 ruhunun tam da karşıtını temsil ediyor; hem kızıl-yeşiller, hem de Merkel için seçimi sorunlu gözüküyor.
Berlin’de Alman Tiyatrosu’ndaki “Avrupalılık nedir?” konulu tartışmanın sonunda gelen haberde, “Alman bir Papamız var; adı da Ratzinger” ifadesi yer alıyordu. Derin bir sessizlik oldu. Haber liberal muhafazakâr Körber-Vakfı’nın düzenlediği oturumun ardından gelmişti ve misafirler devlet, siyaset ve medyadan gelmekteydi. Oturanlardan sadece Saksonyalı cesur bir Protestan alkışladı: “Biz Almanların savaştan 60 yıl sonra bir hediye olarak papamız oldu.” İlk iki sırada oturan elit bu adama katılmadı. Tiyatroda ölümcül bir sessizlik oldu.
Peki bu sessizliğin nedeni neydi? XVI. Benedict’in papalığı seküler Almanya’da muhafazakâr bir değerler kanonunun tekrar yer bulacağı anlamına gelmekteydi.
Muhafazakâr Papa, ülkeyi 1998’den beri yöneten 68’li ruha savaş açmıştı. Papalığa seçilmeden kısa süre önce Ratzinger, “her şey mümkündür” anlayışına, sorumluluğu yok sayan bireysel bir özgürlük tanımına karşı çıkmıştı. Bu vaaz dinin rağmına gittikçe güçlenen sekülerizme karşı verilmiş bir vaazdı. Ratzinger’in Schröder ve Fischer üzerindeki etkilerinin ne olacağını tahmin edebiliriz: Papa’nın “abartılı bireyselliğe karşı” saldırıları pek de zemin bulamıyor.
Tabii ki yeni papa Alman politikasına doğrudan karışmayacak. Ayrıca Alman olduğu için seçilmemişti, Vatikan’da Regensburg’dakinden daha çok vakit geçirdiğinden ve kardinallerin, II. Jean Paul’ün Ratzinger olmadan teolojisini bu kadar geliştiremeyeceğinin farkında olmalarından ötürü seçilmişti.
Bavyeralı Papa’nın Almanya’daki muhafazakâr ruhu güçlendirmek için çalışacağı kesin. Horst Köhler’in cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra 68’lilere karşı başlayan muhafazakâr hareket XVI. Benedict ile çok daha hızlı gelişecektir.
Kitle partileri için bu Papa hem şans, hem sorundur. Neoliberaller onu doğrudan kabulleneceklerdir; çünkü abartılı bireyselleşmenin etkileri kendisini borsada da gösteriyor. Papa’nın kapitalizm eleştirisi Franz Müntefering’inkine çok yakın. CDU/CSU ise Papa ile çok önemli bir himaye yardımı elde etti.

Tavsiye Et
Kaybolmuş egemenlik arayışı / Konrad Adam, Die Welt, 23 Nisan 2005
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
AB Anayasası’nın Alman Parlamentosu’nda incelenmesinden sonra Anayasa’ya karşı başka ülkelerde de dile getirilen eleştiriler yeniden gündeme geldi. Devletlerin iç meselelerindeki özgürlükleri ve bunun dışa yansımalarının nasıl olacağı sorunu esas önemli meseleydi. Eski Anayasa yargıcı Dieter Grimm’in de ifade ettiği gibi, egemenlik ya hep ya hiç meselesidir; bölünemez. Ona ya tamamen sahipsinizdir ya da hiç.
Bu durum, yeni katılan on ülkenin bu konuda çok hassas davranmasına neden oluyor. Önde gelen anayasa hukukçuları, “On Ülkenin Kültür Yılı” çerçevesinde yeni Avrupa Birliği devletinde kendi anayasa geleneklerinin geleceklerini belirlemek için Berlin’e geldiler. Sonuç çok da tatminkar değildi. Avrupa’da her milli hukuk yaşama hakkının tanınmasını istiyor.
Her şeyden önce Baltık devletlerinde bu temel yasaya pek de sempatiyle bakılmıyor. Uzun yıllar boyunca Estonya, Letonya ve Litvanya Sovyet hakimiyetinden kurtulup kendi anayasalarını belirleme imkanına yeniden kavuşmayı beklediler. Bundan kısa bir süre sonra bunu tekrar Brüksel’e devretmek nasıl olacak? Bu ülkelerden gelen bir temsilci, Avrupa Anayasası’nı sosyalist topluluğun üyelerine çok sınırlı egemenlik hakkı tanıyan “Brejnev Doktrini”ne benzetti.
Humboldt Üniversitesi’nden Christian Tomuschat bu ithamları cevaplamaya çalıştı. Avrupa örneğinde egemenlik kaybının söz konusu olamayacağını, çünkü birliğin yeni yaşama ve yürütme formları geliştirerek egemenlik kavramının en yüksek oranda kullanılmasını sağlamaya çalıştığını söyleyerek ikna etmeyi denedi. Grimm de benzer şekilde geleceğe vurgu yaptı. Anayasa metninin zayıflıklarına dair şüpheleri azalttı ve bu gelişmenin sembolik önemine atıfta bulundu. Avrupa Anayasası’nın, vatandaşların birliktelik hislerini uyandırabileceği ve topluluğun geleceğinin ekonomik sorunlardan çok sosyal ve kültürel temalar etrafında şekilleneceği gerçeğini hissettirebileceği ifade edildi.

Tavsiye Et