Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2005) > Topluyorum > Türkiye’de ve Orta Doğu’da istikrar tehdit altında mı?
Topluyorum
Türkiye’de ve Orta Doğu’da istikrar tehdit altında mı?

 

Arkadaşlar, Şubat ayı kısa olmasına rağmen çok yoğun ve hareketli geçti. Önümüzdeki Mart da Şubatı aratmayacak. Konuşulacak birçok konu var ama bir seçme yapmak zorundayız.
Hazır söz açılmışken bir şey söylemek istiyorum. Şu takvim işine benim aklım ermiyor. Bazı aylar 30, bazıları 31 gün, tamam. Ama bu Şubat işi çok karıştırıyor. Ben Şubata hep haksızlık yapıldığını düşünmüşümdür.
Çalışanların bundan şikayetçi olduklarını hiç sanmam. Özellikle ücret ve maaşla geçinenler Şubatı oldum olası severler.
Ama dergiciler sevmez. 28 günlük ayda dergiyi hazırlama süresi normal periyoda göre 3 gün kısalıyor, bizim de işimiz zorlaşıyor.
İşin temeli Roma İmparatorluğuna, M.Ö. 1. yüzyıla dayanıyor…
Zaten analizine bin yıldan daha yakın bir geçmişten başlasaydın şaşırırdım!
Ne yapalım, Anlayış’ın “anlayışı” böyle. Tarihî derinlik ve bilinç olmadan zaman anlaşılamaz, tabii takvim de. Evet dinliyoruz.
Bugün Batıda kullanılan ve 20. yüzyıldan itibaren de hemen hemen bütün dünyaya benimsetilen Gregoryen takvimin temeli, Roma İmparatoru Julius Sezar’ın hazırlattığı Jülyen takvime dayanır.
Bu bizim bildiğimiz Jül Sezar değil mi? Kleopatra’nın sevgilisi, senatoda uğradığı suikastta bıçaklanarak öldürülen ve Shakespeare’in ünlü eserinde “Sen de mi Brütüs!” diyerek yere düşen imparator.
Evet o. Julius’un dönemine kadar Roma takvimi çok ciddi sorunlara yol açıyordu. Çünkü bir takvim yılı, 6’sı 30’ar günlük, 6’sı da 31’er günlük 10 aydan oluşuyordu. 304 günlük bu takvimde mevsimler sürekli karışıyordu. Zira dünyanın güneş etrafındaki bir turu 365 gün 5 saat 48 dakika 45 saniye. Gün olarak ifade edecek olursak 365,242199 gün.
Mevsimlerin değişmesi o kadar da kötü değil. İslam dünyasında kullanılan ve ayın dünya etrafındaki hareketini esas alan takvim de 354 gün. Böylece Ramazan yılın her mevsimine denk geliyor.
Zaten Roma’nın ikinci imparatoru sayılan Pompilius da senin gibi düşündü ve 10 aylık bu takvimin başına, toplam günleri 50 olan, iki ay daha eklenerek takvim tamamlandı. Yani yılın ilk ayı Mart, son ayı ise Şubat oldu. Böylelikle farklı gün adetleri taşıyan 12 aylık ve 354 ya da 355 günlük ayın hareketlerine uygun bir yıla ulaşıldı. Bu sistem, M.Ö. 6’ncı yüzyılda “Devlet Takvimi”oldu.
Takvimle din ilişkisini bilirdik ama siyaset ilişkisi de çok kuvvetli. Bu herhalde vergi hesaplaması gibi işlevlerden kaynaklanıyor ve sadece Romalılara özgü olmasa gerek. Peki Şubatın mağduriyetine gelecek olursak, o nereden kaynaklanıyor?
Önce Şubatın kökeninden bahsedelim. Şubatın 5’i ilkbaharın başlangıcı kabul edilirdi. Putperest Roma’da sürülerin ve toprağın verimliliğini, çobanlar tanrısı Lupercus’un ve bereket tanrısı Faunus’un sağladığına inanılırdı. Şubat ayının tam ortasında, yani 15. gününde bu iki tanrı adına kutlamalar yapılır, verimliliği temsil eden keçiler ve arınmayı temsil eden köpekler kurban edilirdi. Luperci adı verilen soylu genç erkekler, üzerlerinde sadece kurban edilen keçinin derisinden yapılan şeritlerden oluşan bir giysi ve ellerinde keçi derisinden kırbaçlarla dolaşırlar, kendilerini bekleyen kadınlara ve tarlalara bu kırbaçlarla vurarak onları arındırırlardı. Şubat, yeni yıldan önceki son ay olması hasebiyle pagan inancında arınma ayıydı. Kamçılama töreni sadece arınmayı sağlamazdı. Bunun aynı zamanda kadınların doğurganlığını, tarlaların da verimliliğini artırdığına inanılırdı. Bu kırbaçlara “februa” ismi verilirdi. Şubat anlamına gelen Latince kökenli Februarius bu kelimeden türemiştir.
Bizde de 19 veya 20 Şubat, birinci cemrenin havaya düşmesi kabul edilir ve baharın başlamasıyla irtibatı vardır. Yakın coğrafyayı paylaşan toplumların kültürleri arasında böyle benzerlikler oluyor.
Ayın ortası 15’ine geldiğine göre Şubat o zamanlar 30 günmüş. Sonradan nasıl 28’e düşmüş hâlâ anlatmadın.
30 değil 29 gündü, 15’inci gün -14 öncesi ve 14 sonrası ile- ayın tam ortası oluyordu. Şubat’ın sorumlusu Jülyen takvim. Sezar M.Ö. 48 yılında Mısır’ı aldığında, İskenderiyeli ünlü astrolog Sosigenes ile tanıştı ve ondan, mevcut takvimin düzeltilmesi çalışmalarına başlamasını istedi. Roma takvimi önce 355 güne çıkartıldı. Ama hesap yanlışları yüzünden M.Ö. 46’ya rastlayan yıl 445 güne uzadı! Bu, Roma İmparatorluğu’nun bürokrasisi ve gündelik yaşamını altüst etti. Sonunda takvim düzeni kökten değiştirildi ve dünyanın güneş etrafındaki dönüşünü esas alan güneş yılı sistemine geçildi. O dönemde tropik yıl tam 365,25 gün olarak hesaplanıyordu. Sosigenes’in önerisi ile toplamı 365 çekirdek gün olmak üzere 12 aylık bir güneş takvimi düzenlendi. Her 4 senede bir, artık yıl kavramı devreye sokularak yıl, 366 güne çıkarılmaktaydı. Böylece 1582 yılında Gregoryen takvime geçilene dek Batı dünyası tarafından kullanılan Jülyen Takvim doğdu. Bu takvimde 11 ay 30 ve 31 gün olarak düzenlendi; yılın son ayı olan Şubattan 1 gün eksiltildi ve Şubat 29 gün oldu. Her 4 senede bir Şubata bir gün ilave ediliyor ve Şubat 30 gün oluyordu. Çok tanrılı Roma dininde tüm dualar tanrı Janos’a hitap ederek başlardı. Janos, giriş, kapılar, açma ve başlangıcın tanrısıydı. İlâh resimlerinde, hem geçmişe, hem de geleceğe, hem Ocak ayına, hem de Aralık ayına bakan iki başlı ya da iki yüzlü olarak çizilirdi. Sezar Janairus’u, yani Ocak ayını yılın ilk ayı olarak ilan etti. Ama yeni durumda yılın ikinci ayı konumuna gelmesine rağmen, her 4 yılda bir eklenecek bir günün Şubata eklenilmesine devam edildi. Sonra, takvimin kurucusu Sezar’ı onurlandırmak amacıyla beşinci ay Quintilius’un adı Julius olarak değiştirildi.
July adı oradan geliyor demek, çok ilginç. Ama Şubatla ne ilgisi var?
Oraya geliyorum. Sezar’ın ölümünden sonra tahta geçen Octavius, Augustus ismini almıştı. Bu kere de, yeni imparatoru onurlandırmak maksadıyla sekizinci ayın ismi Augustus, yani Ağustos olarak değiştirildi. Yine bir problem çıkmıştı ortaya. Julius Sezar’a adanmış ay 31 gün, Octavius’a ithaf edilen ay 30 gün olamazdı. Çözüm kolay bulundu. Zaten kısa olan 29 günlük ikinci ay Şubattan bir gün daha alınsa ne değişirdi ki? Öyle de yaptılar ve böylelikle Şubat, 28 güne indirildi. Ağustos da 31 güne çıkarılarak, Julius ile eşitlik sağlandı. Problemler bitmek bilmiyordu. Şimdi de, Julius, Augustus ve izleyen Septemius ayları, arka arkaya 31 günlük hâle gelmişti. Bu da kabul edilemezdi. Çözüm yine hemen bulundu; September/Eylül 30 güne indirildi, October/Ekim 31 güne çıkarıldı. Ardından November/Kasım 30 güne indirildi. December/Aralık 31 güne çıkarıldı.
Tevekkeli, aylar 30 ve 31 gün olarak sırayla giderken Temmuz-Ağustos işi bozuyordu. Doğrusu sorduğuma, soracağıma pişman oldum. Din, siyaset, efsane iç içe! Demek her şey Romalı politikacıların ve özellikle bürokratların başının altından çıkmış.
Bu kadar takvim felsefesi yeter. Şimdi isterseniz biraz da ayın takvimine bakalım. Herhalde öncelikle Türkiye-ABD ilişkilerini konuşmamız lazım. Neler oluyor?
Bush’un yeniden seçilmesinden sonra beklenenler oluyor. ABD Irak operasyonunu planladığı sırada Türkiye’de siyasî meşruiyet sorunu yaşayacağı tahmin edilen tecrübesiz AK Parti iktidarının bulunmasını bir fırsat olarak değerlendirmişti. Ülkenin ekonomik durumu da işlerini kolaylaştıracaktı. Halbuki evdeki hesap çarşıya uymadı; Türkiye’den tam bir hayal kırıklığı yaşadılar. Şimdi Orta Doğu planının ikinci aşamasına geçerken Türkiye’ye göz dağı vermek amacıyla yapılan bir operasyon.
Daha ileri bir durum söz konusu olamaz mı? Mesela kendilerini hayal kırıklığına uğratan AK Parti hükümetinden tamamen kurtulmaya yönelik bir girişimin parçası olarak değerlendirilemez mi?
Ben size katılmıyorum. Hatta şunu da söyleyebilirim; sorun olarak yansıyan tablo bu ifade ettiğiniz türden akıl yürütmelerin sonucu. Dış politika her şeyden önce rasyonellik ister. Hamaset iç politikada işe yarasa da, reel politiğin etkili olduğu uluslararası ilişkilerde para etmez. ABD yönetiminin belli bir kısmının dünya açısından ciddi sorunlara yol açtığı aşikar; ama komplo teorileri üretip rasyonellikten kopmanın Türkiye’yi içine kapatmaya heves eden totalitarizm tutkunları dışında kimseye hayrı olmaz.
Niye itiraz ediyorsun ki? ABD daha önce birçok kere ülkelerin yönetimine kendi çıkarları doğrultusunda müdahale etmedi mi? Hiç mi ABD güdümlü hükümet kurulmadı dünyada? Birçok ülkede ABD patentli darbeler yapılmadı mı?
Bu söylediklerin doğru olabilir ama önemli olan nesnel koşullardır. Böyle bir ortamda nasıl olacak da hükümet devrilecek? ABD ile arası bozuk olan asker, AB ile tam üyelik müzakerelerine başlamış olan Türkiye’de darbe mi yapacak? Yoksa kendine yönelik ABD komplosunu Kurultay’da açıklayan CHP başa mı getirilecek?
Erkan Mumcu’ya ne dersin? Bu istifaların tam da bu dönemde gerçekleşmesi tesadüf mü? Şöyle bir kurgu olamaz mı? Önce CHP’de Sarıgül üzerinden bir girişim yapılır. Sarıgül başarılı olamayınca da yedekte bekleyen oyunculardan biri sahaya sürülür. Mumcu’nun Derviş’le görüşeceğine ilişkin haberler bu noktada bana çok manidar geliyor. Bunlar AK Parti hükümetini devirir demiyorum. Ama ciddi bir uyarı mesajı gönderilmiş olur. Ayrıca şunu da unutmayalım; İkiz Kuleler’in yıkıldığı 2001 Eylülünde, bir buçuk yıl içinde AK Parti’nin 368 milletvekiliyle Meclis’e gireceğini Tayyip Erdoğan’ın başbakan olacağını kaç kişi tahmin ediyordu?
Basının tavrı da çok dikkat çekici doğrusu. Bir anda ortalık karıştı. Enerji yolsuzluğu, yatırım teşvikleri sebebiyle İMF ile ilişkilerin gerilmesi, Davos’taki röportajda başbakanın başörtüsü ile ilgili sözleri, üniversite affı ve SSK hastanelerindeki tablolar derken, 1 Mart tezkeresi dönemindeki sıkıntılı hava yeniden oluştu ve hükümete büyük bir baskı başladı. Kuzey Irak’taki gelişmeleri bahane ederek “ABD ile birlikte savaşa girmezseniz olacağı budur dememiş miydik?” diye hesap soranlar, Erkan Mumcu’ya övgüler düzüp Türkiye’nin alternatifsizlikten kurtulduğunu ilan edenler, başbakanın 9 Mayıs’ta yayımlanan bir karikatür sebebiyle açtığı davanın mahkumiyetle sonuçlanmasından hareketle “siyasilerin basına tahammüllerini kaybetmesi, yolun sonuna geldiklerinin ilk işaretidir” şeklinde ahkam kesenler gırla gidiyor. Sanki ABD’de birileri bir düğmeye bastı; “sahibinin sesi” de burada çalışmaya başladı.
Sahibinin sesi de ne demek oluyor?
Bir zamanların en iyi gramofon markasıydı. Amblemi de gramofonun önünde oturup kulak veren bir köpekti. Gazeteleri okursanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. “Derinlik”ten zerre kadar nasibi olmayan, dolayısıyla da ancak boyunun yettiği sığ ve bulanık sularda balık avlamaya mahkum “derinlik” düşmanı “öz”ü ve “kök”ü herkesin malumu bazı yazarlar, Washington’da çalınan her “çan”a kulak verip dünyayı kendi “dar” bakışlarının dışında algılamaya çalışanlara çamur atanlar basındaki köşeleri tutmuş.
Bana en fazla dokunan da belli hassasiyetleri taşıdığını varsaydığımız insanların yorumları oluyor. Bir Washington temsilcisi diyor ki “1 Mart tezkeresi Meclis’ten geçmediği için Türkiye, bugün Amerika’ya bağırarak elde etmek istediği Kuzey Irak ve PKK inisiyatiflerini kaybetti. Al gülüm ver gülüm dünyası… AK Parti içte ve dışta altını oymak isteyenlere malzemeyi kendi veriyor. Batılı zihinlerde özellikle zina kanunu saçmalığından ve İsrail hükümeti karşıtı sert beyanlardan sonra ayyuka çıkan soru şu: Erdoğan ve arkadaşları gizli İslamcı mı? Güçlendikçe Türkiye’nin yönünü ABD ve Batı’dan çevirmek mi istiyorlar?” Bu nasıl bir mantıktır anlamak mümkün değil. Merak ediyorum; “Washington temsilcisi” ibaresi “gazetenin Washington’daki temsilcisi” mi demek yoksa “Washington’un gazetedeki temsilcisi” mi?..
Ben de başka bir yorum okuyayım: “Washington’da görüştüklerim, eskiden Türkiye’de birkaç generali ikna etmenin yeterli olduğunu, ama artık demokratik ortamda işlerin o kadar rahat yürümediğini söylüyor. Bu, Amerikalıların demokratikleşmeden memnun olmadıkları manasına gelmiyor. Ama adamları illa pişman mı etmek gerekiyor? Efendim, ABD’nin hiç mi suçu yokmuş, eleştirileri hak etmiyor muymuş? İyi de, dünyada kimsenin söz geçiremediği, en yakın Batılı müttefiklerini dahi çiğneyip geçen Amerika’yı yola getirmek bize mi düştü? Şurada birkaç yıldır toparlanmaya başladık diye dünyanın en güçlü ülkesi falan mı olduk?” İnsan bütün değerlerden, kimliğinden, özgüveninden nasıl böyle soyunabilir?
İyi ama ortada bazı sorunlar olduğu da gerçek. CHP’den AK Parti’ye geçen milletvekilleri ve Enerji Bakanlığı bürokratlarının da karıştığı kirli ilişkiler yok mu? Başbakanın başarılı dış politika performansının cazibesine kapılıp partisini ve meclis grubunu ihmal ettiği doğru değil mi? SSK hastanelerinin önündeki kuyrukları köşe yazarları mı uzatıyor? Türk toplumunda hiç de rasyonel olmayan ciddi bir ABD karşıtlığı yok mu? Amerikan karşıtlığı %82’ye çıkmış. ABD’nin İstanbul’u bombalayacağını yazan bir kitap yok satıyor. Oysa ABD ile stratejik ortaklık ilişkisini sürdürmek zorundayız. Kamuoyu bu psikolojideyken müttefikliğin devam etmesi zor. Konu bir gazete yazısına indirgeniyor ama tepki çok daha derinlerde. Savunma Bakan Yardımcısı Douglas Feith Ankara’nın Amerikan karşıtlığını durdurmak için devreye girmesi gerektiğini, aksi halde iki ülke ilişkilerini sürdürmenin zorlaşacağını açıkça söyledi.
Bir kere söz konusu anket Amerikan karşıtlığını değil, olsa olsa Bush yönetimine karşıtlığı ifade ediyor olabilir. İkincisi bu tepkiyi ABD karşıtlığı olarak alacak olursak bu duygular ne sadece Türkiye’yle, hatta ne de İslam dünyasıyla sınırlı. BBC’nin yaptığı ankette, Türkiye’yi %77 ile Almanya, %75 ile Fransa ve %64 ile İngiltere takip ediyor. Dolayısıyla ABD yönetimi karşıtlığın sebebini kendi politikalarında aramalı. Üstelik Türk kamuoyunu ABD karşıtlığı ile itham ederken yönetime en yakın kesimlerden AK Parti’nin iktidara geldiği günden bu yana, devletin bütçesi ile karşılanamayacak ölçüde adımlar attığı iddiaları dillendiriliyor. Bunun arkasında İslamcı şirketlerden ve Suudi Arabistan gibi ülkelerden gelen paranın olabileceği ima edilerek Türkiye adeta hedef gösteriliyor. ABD’li yetkililerin mantığıyla hareket edilirse, bu yorumlardan yola çıkarak ABD yönetiminin Türkiye’nin dünya siyasetinde etkinlik kazanmasından rahatsız olduğu savunulabilir. Bence bu yaklaşımlar sağlıklı değil ve ABD’ye de fayda sağlamaz.
SSK kuyrukları da ciddi bir sorun ama bu sorun hastaneler Sağlık Bakanlığı’na devredildiği için oluşmadı. Haberlerde ve yorumlarda öyle bir hava var ki sanki 3 ay önce SSK hastaneleri harika yerlerdi ve muayene olabilmek için gece yarısı kuyruğa girmeniz gerekmiyordu veya ilacınızı hemen alabiliyordunuz. Sorun var ve çözülmeli; ama konuyu yansıtma tarzındaki amaç farklı.
ABD konusunda değil ama diğer konulardaki eleştirilerine ben de katılıyorum. Saydığın konularda hükümet iyi bir sınav vermedi. Hatta dahası da var; çıkarılan öğrenci affı da çok yanlış oldu bence.
Niye, öğrencilere yeni bir hak tanınmasının nesi yanlış?
Yanlışlık sorunların sistemik bir yaklaşımla ele alınmamasında ve stratejik bir bakışla uzun vadeli, alternatifli bir planlama yapılmamasında.
Ne demek istediğini biraz açar mısın? Kimin stratejik planlamaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorsun; hükümetin mi?
Evet. Stratejik plan; kendinize biçtiğiniz misyonu ve kafanızdaki vizyonu açık biçimde tanımlamanızı, içinde bulunduğunuz durumu iyi analiz etmenizi ve sizi bu mevcut konumdan vizyonunuza ulaştıracak süreci bütün aşamalarıyla planlamanızı içerir. Bu arada sizin dışınızdaki dünyada da birçok gelişme olacağından, bu faaliyetleri rakiplerle çevrili bir ortamda yapmanız gerektiğinden her hedef için “A planı”nın yanında bir de “B planı”nı hazırlamanız gerekir. Halbuki hükümet şimdiye kadarki icraatlarında bunun tersi bir görüntü sergiledi. İyi hesaplanmamış hamlelerle ileri atıldı; karşısında bir muhalefet görünce de hemen geri adım attı.
Dediklerinde haklılık payı var ama haksızlık da etmemek lazım. Belki Meclis’te değil ama hükümetin karşısında çok etkili bir muhalefet olduğu kesin. Geçmiş tecrübeler, ortam fazla gerildiğinde ciddi sıkıntılar doğabileceğini gösteriyor. Üstelik ekonomik durum bıçak sırtında ve dış politikada büyük hedeflere ulaşabilmek için mecburen büyük riskler almış durumdayız. Bütün cephelerde birden savaşmak mantıklı mı?
Ben bunu kastetmiyorum ki. Bir örnekle izah etmeye çalışayım. Mesela şu öğrenci affı konusuna bakalım. Bu af iyi bir planlamanın eseri olsa, önce sıkıntıya yol açan yapının düzeltilmesi gerekirdi. Şimdi yapılan ise sadece kozmetik bir düzeltme oldu. İşin doğrusu, biraz mesaj vermeye yönelik bir hareket gibi algılanıyor.
Yok canım, abartma. Bu hükümetten birçok bakan bizzat bu sorunun sıkıntısını kendi evlerinde yaşıyor. Samimiyetlerinden şüphe etmek haksızlık olur.
Doğru, ben de zaten samimiyetsiz demedim, stratejik planlama eksikliği var dedim. Doğru bir yaklaşımda, öncelikle sorunun temelinde yatan unsurları belirlemek gerekirdi. Bunlar ortadan kaldırılmadan yapılacak düzenlemeler belki geçici bir iyileşme sağlasa da, daha büyük sorunlara yol açabilir. Anayasa’da YÖK’ü düzenleyen maddeler demokratik siyasetin gereklerine uygun şekilde değiştirilmeden, YÖK Kanunu evrensel demokratik ve akademik kriterlere uydurulmadan ve yönetim değiştirilmeden çıkarılacak af, bir süre sonra üniversite kapılarında yine aynı sıkıntıları doğurabilir. Bu konuda hükümet, hem sorunun mağdurları, hem de muhalifleri tarafından zorlanır. Ayrıca daha önceki birçok konuda olduğu gibi alternatif çıkış planları olmayınca her seferinde geri adım atılıyormuş görüntüsü doğuyor ki, bu da son derece sakıncalı.
İsterseniz yakın çevremizdeki gelişmeleri incelemeye çalışalım. Zira birçok önemli konu var. Irak seçimlerini, İran’a ve Suriye’ye yönelik tehditleri ve Lübnan-Suriye eksenli gelişmeleri değerlendirelim. Lübnan’da neler oluyor?
Çok kötü şeyler… Hariri’nin kimliği üzerinde çok spekülasyon yapılabilir ama Lübnan’da onun kadar güçlü bir Sünni siyaset aktörü olmadığı bir gerçek. Durumun vahametini anlamak için önce Lübnan’ın yapısına bakmak lazım. Lübnan 1943’te Fransa’dan bağımsızlığını kazandıktan sonra etnik ve dinî gruplardan oluşan parçalı mozaiği bir arada tutabilmek için yönetimde mezheplere göre bir denge kuruldu. Cumhurbaşkanı ve başkomutan Mâruni, başbakan Sünni, yardımcısı Hıristiyan Ortodoks ve Şii, genelkurmay başkanı Dürzi, meclis başkanı Şii, yardımcısı Ermeni olacaktı. Bugün %60’ı Müslüman olan nüfusun mezheplere göre dağılımı şöyle: %32’si Şii, %21’i Sünni, % 7’si Dürzi. Nüfusun geri kalan %40’lık Hıristiyan bölümünün en büyük kısmı Mâruniler. Mâruniler Lübnan nüfusunun %24’ünü oluşturuyor. %15’lik diğer kısım ise Ortodokslar, Katolikler ve bir kısmı Ortodoks, bir kısmı Katolik olmasına rağmen ayrı bir grup olarak kabul edilen Ermenilerden oluşuyor. Ermeniler %5 ağırlığa sahip. Hıristiyan grupların toplamı ülke nüfusunun %50’sini bulmazken, siyasî platformda daha büyük bir etkinliğe sahipler. 128 üyeli parlamentoda Hıristiyanlarla Müslümanlar yarı yarıya temsil ediliyor. Hariri çok güçlü bir şahsiyetti ve başbakanlık makamını dolduracak bir Sünni bulmak zor olacak.
Peki bu işi kim yapmış olabilir?
Bence İsrail yapmıştır. Suriye’nin, hele de Fransa ile ABD Lübnan konusunda kendisine karşı anlaşmışken, böyle bir işe kalkışması mantıksızlık olur. Bu işten en kârlı çıkan İsrail oldu. Hem Lübnan’ı karıştırdı, hem de Suriye üzerindeki baskının artmasını sağladı.
Uluslararası gelişmeleri polisiye roman mantığı ile “bu işten kim yarar sağladıysa fail odur” diyerek değerlendirmek yanlış.
Zaten genel bir ilke olarak “kim yaptı?” yerine “şimdi ne olacak ve biz ne yapmalıyız?” sorusunu sormak daha doğrudur. Sonuçta kimin yaptığı çok da önemli değil. Üstelik kaotik ortamlarda belli bir hedef için bir plan doğrultusunda atılan bir adım çok farklı sonuçlar doğurabilir. Bugünkü yapı içinde hiçbir aktör bütün gelişmeleri kontrol edecek ve yönlendirebilecek güce sahip değil. Her aşamada ve her adımda yeniden kurulan dengeler ve eylem planları söz konusu.
Çok doğru. Orta Doğu coğrafyası hepimizin bildiği gibi I. ve kısmen de II. Dünya Savaşı sonrası durumun ürünü. Sınırlar sömürgecilerce çizildi. Bu haliyle harçsız ve taşların üst üste konulmasıyla çok kötü yapılmış bir duvara benziyor. Ama öyle bir duvar ki, bir taşı bile oynatırsanız her şey üstünüze yıkılabilir. Lübnan ve Yugoslavya II. Dünya Savaşı düzeninin tipik modelleridir. Parçalı yapılardan yapay olarak kurulmuş ülkeler. Ama öyle bir dengeyi temsil ediyorlar ki, dağılmaları bütün çevrelerini etkiliyor. Yugoslavya dağılınca bütün Balkanlar, hatta ABD ve AB etkilendi. Kosova ve Makedonya hâlâ kriz bölgesi. Lübnan da öyle. Bir anlık hesap hatasıyla atılacak bir adım çok vahim sonuçlar doğurabilir. Üstelik Lübnan dağılırsa benzer bir modeli Irak’ta uygulamak imkansız hale gelir.
Irak’ta da etnik ve mezhebî temelde bir yapı kurulmak isteniyor mu gerçekten? Doğrusu ben şüpheliyim. Daha doğrusu Irak’ta bir düzen kurulmak istendiğinden bile emin değilim. Bu çatışma bütün bölgeyi derinden etkileyebilir. Bu arada Filistin konusunda da bazı gelişmeler var. Bunu nasıl yorumlamak lazım?
8 Şubat’ta Filistin Ulusal Yönetimi Başkanı Ebu Mazen, İsrail Başbakanı Şaron’la Şarm Eş-Şeyh’te bir araya geldi, biliyorsunuz. Zirvede alınan kararla taraflar karşılıklı ateşkes ilanını kabul etti. Diğer Filistinli gruplar da ateşkese uyacaklarını bildirdi. Bu bakımdan Hariri suikastının zamanlaması dikkat çekici. Filistin-İsrail arasındaki sorunda çözüm yönünde bir ilerleme kaydedilmesi ve Filistin’in Orta Doğu sorununun bir parçası haline getirilmesi İsrail’in manevra alanını daraltır. Halbuki şimdi dikkatler Lübnan ve Lübnan üzerinden Suriye’ye yöneltildi ki, bu tam tersine İsrail’in elini güçlendiren bir gelişme.
Söylenecek çok söz var ama Irak seçimleri ile ilgili de konuşmamız lazım. Biliyorsunuz Sünniler ciddi bir katılım göstermedi. Türkmenler konusunda da tam bir hayal kırıklığı yaşandı.
Irak’ta bu noktaya gelinmesi iyi olmadı. Gelişmeler iç açıcı değil. Konuyu güvenlik merkezli ele alan yönetim kademeleri ve basın Kuzey Irak’taki Kürt oluşumuna ve Kerkük’teki Türkmen sorununa odaklandığı için asıl krizi gözden kaçırıyor. Kuzeyde Kerkük-Musul ekseninde Kürtlerle Araplar, güneydeyse Şiilerle Sünniler arasında Irak’ı sonsuza dek bölecek iç savaşlar çıkabilir. Bu ise bütün bölgeyi karıştırır. İran Şii olmasına rağmen Arap olmadığı için ciddi bir çatışma kaynağı olmadı ama Sünni Araplarla Şii Araplar arasındaki bir çatışma giderek Basra Körfezi’nden, hatta Orta Asya’dan Akdeniz’e kadar büyük bir çatışmayı tetikleyebilir. Kürtlerle Araplar ve tabii Türkmenler arasındaki bir savaş ise Suriye, İran ve Türkiye’yi de içine çekebilir. Çok temkinli ve soğukkanlı olmamız gereken bir dönemdeyiz.
Tabii bu arada İsrail ve artık bir bölge ülkesi olan ABD’yi de unutmamak lazım. Bütün Orta Doğu biraz da onların katkısıyla böyle karışırken bir köşeye çekilip oturacak değiller herhalde. Üstelik BOP veya GOKAP da var.
Ben bu konuda İsrail ile ABD’nin çıkarlarının uzun vadede örtüşmeyeceğini düşünüyorum. ABD bir şekilde etkinlik kurarak çekilmek zorunda ve bunun için bir düzen gerekli. İsrail ise her türlü istikrarsızlıktan yarar sağlıyor. Gerçi mevcut ABD yönetiminin İsrail söz konusu olduğunda mantıklı hareket ettiğini söylemek güç; ama uzun vadede reel politik bunu gerektiriyor.
Biraz da kendimize dönelim isterseniz. Bölgede bu kadar büyük riskler varken İslam dünyasının yönetimleri ne gibi önlemler almalı?
Ne yazık ki durum pek parlak değil. Önce Arap dünyasını ele alalım. Her şeyden önce “biz” diyebileceğimiz bir kimliğin varlığı bile şüpheli. Tarihte ilk defa Arap ülkelerinin birçoğunda meşruiyetini bu ölçüde kaybetmiş, halkla irtibatı da, kendine güveni ve vizyonu da olmayan yönetimler hâkim. Birşey yapma ihtiyacı hissetmedikleri gibi eyleme geçecek güçleri de yok. Konuşmanın başlangıcında bir yazıdan “ABD karşısında ne yapılabilir ki? Hem üzerimize vazife mi?” anlamında alıntı yapılmıştı ya, işte Arap dünyasındaki yönetimlerin ruh hali aynen böyle. İran bölgedeki ülkelerin birçoğu ile çıkar çatışması içinde. Dolayısıyla politikalar “kazan-kazan” işbirliğine değil “sıfır toplamlı” rekabete endekslenmiş. Aslında ortak çıkarlar belirlenebilir ve bunlar üzerinden sağlıklı ilişkiler geliştirilebilir ama geçmişteki tecrübelerin olumsuz etkisi, diplomatik siyasetin samimiyeti ortadan kaldırmasına yol açıyor. Taraflar birbirine güvenmiyor ve açık da davranmıyor. Tek ümit Irak’a Komşu Ülkeler inisiyatifinin güçlendirilmesi ve bölge ülkeleri arasında, Türkiye ile Suriye’nin geliştirdiğine benzer karşılıklı çıkarların ortaklaştırılmasına bağlı projelerin hayata geçirilmesi. En çok dikkat edilmesi gereken husus da mezhep ve etnik temelli çatışmaların önlenmesi. Bu noktada Sünnilerle Şiiler arasında diyaloğu artırmak, her iki taraftan da makul ve yapıcı kanaat önderlerini öne çıkarmak ve bir araya getirmek çok önemli. Bunun için yeni anayasa yazım çalışmalarına Sünnilerin katılımı da mutlaka sağlanmalı.
İsterseniz biraz da ABD yönetiminin dış politikasındaki son gelişmeleri değerlendirelim. Önce Rice’ın gezisi, ardından Rumsfeld’in -bir nevi- özür dilemesi, NATO Zirvesi ve son olarak Bush’un Fransa, Almanya ve Rusya ile yaptığı görüşmeler önemli. ABD, politikalarında meşruiyet ve güç dengesinin tek taraflı bozulmasının zararlarını fark etti ve dengeleme arayışına mı girişti? Bir diğer önemli konu da Time dergisinin “Türbanlı Mona Lisa” kapağı ile yeniden gündeme gelen Avrupa ve İslam meselesi.
Bu gelişmeleri sanırım önümüzdeki dönemde de değerlendirebiliriz. Daha doğrusu öyle yapmamız gerekecek, çünkü bu sayı için yerimizi doldurduk. Önümüzdeki sayıda tekrar buluşmak ümidiyle.

Paylaş Tavsiye Et