Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2005) > Türkiye Siyaset > Memleket hali
Türkiye Siyaset
Memleket hali
M. Akif Kayapınar
TÜRKİYE’DE 17 Aralık kararlarının öncesinde ve sonrasında farklı kesimlerce ortaya konan yaklaşımlar kolektif eylemin temel unsuru olan tarihî ve toplumsal ruhu anlama noktasında oldukça açılımlı ipuçları taşımakta. Bu çerçevede özellikle iki yaklaşım dikkate şayan: Türkiye’nin AB’ye üyeliğini bir medeniyet projesi olarak görenler ve AB’ye üyeliği daha pragmatik bir zeminde algılayanlar. Her iki yaklaşım da kendi içinde AB üyeliğini isteyenler ve buna karşı çıkanlar olarak ikiye ayrılıyor. 
Ne pahasına olursa olsun AB’nin bir parçası olmak isteyenlerle, ne pahasına olursa olsun AB’nin dışında kalmayı savunanları bir araya getiren ortak zemin AB’ye üyeliği bir medeniyet kayması olarak algılamaları. Bir taraf AB’ye üye olunduğu takdirde Türkiye’nin “modern medeniyetin” bir mensubu olacağını hayal ederken aynı algılama zeminini paylaşmakla beraber karşı kutupta olanlar bu süreç neticesinde Türkiye’nin şu ana kadar mensubu bulunduğu medeniyetten koparılacağının endişesini taşıyor. Ne var ki kültür, medeniyet ve aidiyeti oluşturan unsurlar dışarıdan kolayca nüfuz edilemeyecek kadar derindedir. Bu unsurların oluşması yüzyılları aşan bir sürece yayılır. AB ise yakın geleceği dahi uzmanlarca tahmin edilemeyen, ulus-devlet temelli stratejik hesaplarla şekillenmiş, kültür ve aidiyete hitabeden yönü oldukça sathî bir kurumdur. Dolayısı ile AB’ye üye olunmakla ne Avrupa medeniyetinin bir parçası olmayı umanların ve ne de bunun endişesini taşıyanların bekledikleri vuku bulacaktır. Diğer tarafta ise AB üyeliğini daha pragmatik gerekçelerle ele alanlar var. Üyelikle birlikte özgürlük alanlarının genişleyeceği, ekonominin düzeleceği, askerî müdahalelerin ve siyasi parti kapatmalarının sona ereceği gibi beklentiler bu kesimler için AB üyeliğini cazip kılıyor. Bunun karşısında ise, her ne kadar açıkça dillendiremeseler de, AB’ye üyeliğin getireceği açılımla halihazırdaki konum ve statülerini kaybetmekten korkan statükocu bir kesim yer alıyor.
Mevcut sistemin devamında menfaati olan ve özellikle sivil ve askerî bürokrasiye mensup bir grubun Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olmasını anlamak güç değil. Toplumsal ruh açısından asıl patolojik durum arz eden husus, seçkinlerin önemli bir kısmı ile halkın kahir ekseriyetini ortak bir noktada buluşturacak biçimde, AB’nin Türkiye için bir kurtarıcı olarak algılanması. AB üyeliğinin bir medeniyet projesi olarak algılanması ya da bunun daha pragmatik gerekçelerle savunulması toplumun hemen her kesimine sirayet etmiş olan bu temayülün Mesihçi karakterini değiştirmiyor.
Yüz elli yılı aşkın bir süredir, Ajlan Sayılgan’ın ifadesi ile bir ‘deprem’ yaşıyoruz. Sürekli teyakkuz ve çırpınış halindeyiz. Olmayı arzu ettiğimiz yere gelemedik bir türlü. İdeal olanla mevcut olan arasındaki uçurumun bilinci psiko-sosyal bir gerilim üretiyor. Bu da bizi sürekli bir arayışa itiyor. Kurtulmaya çalışıyoruz. Ne var ki bizi kurtaracak araçlara sahip olmadığımız inancı sarmış herkesi. Ne olduğunu tam bulamıyoruz. Ama bizde bir şeyler eksik. Ancak bir Mesih ile, dışarıdan içimize uzanmış bir el ile adam oluruz biz. Bizi ancak Modernizm kurtarır. Ya da Batılılaşma… Leninizm ya da Maoizm… Nasyonel Sosyalizm… Sadece Nasyonalizm (milliyetçilik)… Modernist İslamcılık… Türkiye Müslümanlığı… İrancılık… Turancılık… Sekülarizm… Liberalizm ya da muhafazakârlık… Post-modernizm… NATO ve BM. Kesinlikle ABD… Onlar eskidendi. Zaman değişiyor. Şimdi AB ve euro zamanı. Bundan sonra bizi adam etse etse ancak AB adam eder!..
İşte AB’ye böyle bakıyoruz. Her türlü rasyonaliteden, taktik ve stratejik analizden uzak bir şekilde ele alıyoruz bu süreci. AB’ye girsek de girmesek de işin bizde bittiği gerçeğini hep ıskalıyoruz.
 
Adam Olmaya Başladık mı?
Geçtiğimiz günlerde “acaba işler yoluna girmeye başladı mı” dedirtecek cinsten gelişmeler yaşandı Türkiye’de. Zayıf da olsa bir zihniyet değişiminin izlerini taşıyan bu gelişmelerin Türkiye’nin AB macerası ile bir alakası olabilir mi, bunu zaman gösterecek. Basit bir tesadüfler zinciri ya da Ak Parti iktidarı ile sınırlı bir siyasî iradenin ürünü de olabilir bu gelişmeler. Dedik ya zaman gösterecek. Büyük genellemeler yapmak için henüz erken.
Ak Parti’nin iktidara gelişi yaygın bir kanaatle 28 Şubat süreci diye de tanımlanan, siyasî ve sivil alanın daraldığı, demokratik meşruiyetin ve hesap sorulabilirliğin büyük oranda ortadan kalktığı bir dönemin sona erişi olarak algılanmakta. Beş-altı yıla yayılan bu süreç boyunca devlet kurumları ile sermaye çevreleri arasındaki ilişkiler demokratik denetim mekanizmalarından uzak bir şekilde gerçekleşti. Siyaset ve sermaye çevrelerine yönelik politikalar halk ile temsilcileri arasındaki ilişkiden ziyade, temsilciler ile fiilen gücü elinde tutanlar arasındaki ilişkiler tarafından tayin edildi. Neticede 28 Şubat’ı takip eden beş-altı sene yolsuzlukların ayyuka çıktığı, iç borçların reel düzeyde kat kat arttığı ve devletle özel bir çerçevede ilişki kurabilen birilerinin haksız şekilde muazzam miktarda paralar kazandığı bir dönem olarak tarihe geçti.
Halk bu dönemin sona erdiğine şükrederken pek de bu dönemde vuku bulan yolsuzlukların hesabının sorulabileceğine inanmıyordu doğrusu. Ne var ki batık bankaların yöneticilerine yönelik hesap sorma süreci geçtiğimiz günlerde karara bağlanan İnterbank davası ile yeni bir dönüm noktasına geldi. Zira, Yurtbank davasında 34 yıla mahkum edilen Ali Balkaner kadar olmasa da, Cavit Çağlar gibi “aile fotoğrafı”nın nüfuzlu bir üyesine bile dokunulabiliyorsa bu ciddi bir değişim demekti. Dahası Yüce Divan’da ihalelere fesat karıştırmak, görevi kötüye kullanmak ve haksız mal edinmek suçlarıyla yargılanan eski bakan Koray Aydın’ın mallarına da ihtiyati tedbir kondu.
Bu sürece askerî cephede cereyan eden davaları da ilave etmek gerekir. Görevi ihmal, görevi kötüye kullanma ve eksik mal beyanında bulunma suçlarıyla yargılanan eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil ve ailesi için dokuz yıl hapis cezası isteniyor. Bunun akabinde de Gölbaşı Özel Kuvvetler Komutanlığı binasının inşaatındaki yolsuzluklar nedeniyle aralarında iki orgeneralin de bulunduğu 39 asker hakkında, devleti 132 trilyon lira zarara uğratmak suçundan dava açıldı. Generallerden biri zaman aşımı nedeniyle dosya dışı bırakılsa da diğerlerinin mahkeme süreci devam ediyor.  
Kol kırılır yen içinde kalır mantığı ile kapalı bir kutu gibi duran askeriyenin yolsuzluk davaları ile birlikte bir nebze de olsa şeffaflaşması memnuniyet verici elbette. Ne var ki halkın gözü önünde üzerine gidilen bu yolsuzlukların buzdağının ne kadarına tekabül ettiği henüz açıklığa kavuşmuş değil. Acaba bu davalar askeriye içerisinde gerçek bir zihniyet değişikliğinin alametleri olarak mı algılanmalı yoksa Türk ordusu tarihinde benzeri hiç de az olmayan bir kurban verme geleneğinin örneği olarak mı görülmeli sorusu halen geçerliliğini koruyor. Cevabını ise zaman gösterecek.
Öyle ya da böyle tüm bu davalar ve hesap sormalar halk nezdinde, yapılanın yapanın yanına kâr kalmayacağını göstermesi bakımından önemli. Bizim merak ettiğimiz ise eğer gerçekten bir zihniyet değişimi söz konusu ise bunun ne kadar iç dinamiklerden beslendiği ve ne kadar AB süreci gibi dış şartlardan etkilendiği. Zira bu değişimin kalıcı ve derin olabilmesi buna bağlı.

Paylaş Tavsiye Et