Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2005) > Türkiye Siyaset > İlerleme Raporu’nun satır araları
Türkiye Siyaset
İlerleme Raporu’nun satır araları
Muzaffer Şenel
TÜRKİYE’NİN AB ile kurumsal ilişki sürecinin 2005’ten sonra nasıl şekilleneceğinin ipuçlarını veren, AB Komisyonu’nca hazırlanan 2004 İlerleme Raporu 6 Ekim’de açıklandı. Komisyon Başkanı Romano Prodi ile Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi Günter Verhugen tarafından AB parlamentosuna sunulan rapor kimseyi şaşırtmadı. Komisyon, 17 Aralık’ta nihai kararı verecek olan AB Konseyi’ne müzakerelerin başlaması konusunda olumlu tavsiye bildirirken, müzakere sürecinin mayınlı bir tarla olduğuna işaret ediyordu.
AB Konseyi, Komisyon’un bu önerisi doğrultusunda 17 Aralık’ta Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini başlatmaktan başka bir karar alamayacak duruma geldi. Zira AB Konseyi Aralık 2002’de Kopenhag Zirvesi’nde “Eğer AB Konseyi Aralık 2004’te, Komisyon’un verdiği rapor ve tavsiye temelinde, Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterleri’ni yerine getirdiğine karar verirse, üyelik müzakerelerine gecikmeksizin başlanacaktır” diyerek kendini siyasi taahhüt altına sokmuştu. Bu taahhüt Konsey’in Haziran 2004 zirvesinde de teyit edildi. Her ne kadar bazı olumsuz unsurlar içerse de Komisyon’un nihai görüşü müzakerelerin başlaması yönündeydi. Ancak raporun vurguladığı şekliyle müzakerelerin başlaması olumlu sonuçlanacağı anlamına gelmiyor. Raporda sıklıkla müzakere sürecinin uzun olacağına ve 10 yıldan önce tam üyeliğin gerçekleştirilemeyeceğine vurgu var. Öte yandan Komisyon, Türkiye’nin AB açısından ne kadar önemli olduğunu şu cümleler ile AB Konseyi’ne bildiriyor: “Müzakerelerin veya müteakip onay sürecinin sonucu bir yana, Türkiye’nin tümüyle AB kurumlarına bağlı kalması sağlanmalı.” Türkiye’nin reddedilemeyecek bir ülke olmasının yanında, AB’ye tam üye olarak kabul edilmesinin de Birliği çelişkiye sevk ettiğini raporda geçen ifadelerden anlıyoruz. En az 10 yıl sürmesi beklenen “ucu açık” müzakerelerin sonunda bile “hiçbir şeyin garanti olmadığı” vurgusu, Avrupa’nın hem dışlayıcı geleneğini aşamadığını, hem de Türkiye karşısındaki kendine güvensizliğini açığa çıkarıyor.
Raporun satır araları dikkatli okunduğunda şu sonuç ortaya çıkıyor: Türkiye’ye müzakere tarihi mutlaka verilmeli ve sonra muhtemel üyelik mümkün olduğunca geciktirilmeye çalışılmalı; çünkü Avrupa kamuoyu Türkiye’yi -başka herhangi bir ülkeyi değil- kabul etmeye hazır değil. Türkiye’nin muhtemel katılımının daha önceki genişlemelerden oldukça farklı olacağına dikkat çeken rapor, Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan Avrupalıları rahatlatmak adına göç, serbest dolaşım vb. konularda daimi kısıtlamaya gidilebileceğini belirtiyor. Ayrıca tanımları çok çeşitli olan ve Türkiye ile AB arasında henüz bir uzlaşıya varılmamış olan din özgürlüğü, azınlık hakları gibi konularda yaşanacak gerilimlerin müzakere sürecini doğrudan etkileyebileceğine yapılan vurgu Türkiye’ye aba altından sopa gösteriyor.
6 Ekim’de açıklanan raporla birlikte Avrupa kamuoyu Türkiye ile müzakerelerin başlama tarihinden daha çok Türkiye’nin muhtemel üyeliğine odaklanmış durumdadır. Sanki 17 Aralık’ta Türkiye AB üyesi oluyor gibi bir atmosfer oluşturuldu. Avrupa kamuoyu Türkiye’nin AB’ye muhtemel üyeliği konusunda bölünmüş durumda ve Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkanların öne sürdükleri tek argüman var: Kültürel farklılık; yani “Türkiye farklı bir medeniyete sahiptir.”
6 Ekim raporu üzerine yapılan tartışmaların Türkiye-Avrupa ilişkilerinin stratejik boyutu içine hapsedilmiş olması halkın raporu sağlıklı değerlendirmeye tabi tutmasını engellemektedir. Oysaki raporu şekillendiren ve ortaya koyan zihniyetin dünyayı algılayışı ile ona muhatap olan bizlerin algılayışı oldukça farklı. Rapora yansıyan zihniyet, onu kaleme alanların muhatap olanları kendileri ile eşit görmediğidir. Avrupa değerleri olarak açıkladıkları değerleri geçerli tek evrensel kıstaslar olarak gören bu zihniyet, Türkiye’yi ait olduğu medeniyetin değerlerini terk ettiği ölçüde içine kabul edebileceğinin işaretlerini vermektedir. Örneğin ne dinî özgürlüklerden, ne de insan hakları ve diğer özgürlüklerden bahsedilirken başörtülü kadının sosyal ve siyasal hayata katılmasının önündeki engellerden bahsedilmemiş olması tesadüf değildir. Diğer taraftan 1945 sonrası Avrupa’ya göç eden Müslümanların karşılaştıkları sorunlar, tarihsel gerçeklikler olarak önümüzde durmaktadır. Avrupa kendi içindeki farklı medeniyet aidiyetine sahip insanların kültürel kimliklerini tanımaktan ziyade onları Avrupa değerleri/kıstasları ile değerlendirmeyi önceleyerek asimilasyona tabi tutmaktadır. Bu durumda nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’nin Birliğe katılımını iki farklı medeniyetin buluşması olarak görmemiz mümkün olmuyor.
Raporun açıklanmasının ardından alevlenen AB tartışmaları teknik, ekonomik ve siyasî boyuta indirgenmiş durumdadır. Oysa tarihî ve fikrî arkaplandan uzak, stratejik boyutta sürdürülen AB ilişkilerinin teknik analizi bize ancak kısa vadeli açılımlar sunabilir. Uzun vadeli, kalıcı ve sağlıklı ilişkiler geliştirebilmek için her iki tarafın birbirine bakışını ve algılayışını şekillendiren tarihî ve fikrî arkaplandan hareket edilmeli ve gerilimlere neden olan unsurlarla yüzleşilmelidir. Bugün, Türkiye’ye bölgesel ve uluslararası istikrara katkıda bulunma yeteneği kazandıran ve onu, küresel sistemde kendisine danışılan önemli bir güç haline getiren bu medeniyet aidiyeti ve tarihsel mirastır. Stratejik kaygılarla Avrupa medeniyetine iltica etmek tam da bu nedenle ihtidayı zorunlu kılmamalıdır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “AB bir medeniyet projesi olduğu için giriyoruz” sözü bu nedenle kaygı vericidir.
Müzakere süreci iki eşit tarafın olduğu bir diyalog temeline oturtulamazsa, sonuç -tam üyelik veya değil- Türkiye açısından hüsran olabilir. Gerek nüfusu, büyüklüğü, coğrafî konumu, ekonomik, güvenlik ve askerî potansiyeli ile, gerekse Müslüman bir ülke olmasıyla Türkiye’nin Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu gibi uluslararası siyaseti şekillendiren coğrafyalarla olan ilişkisi AB’nin muhtemel kazançları olarak görülmektedir.
Komisyon raporunda göze çarpan en önemli özellik, kullanılan kavram ve ifadelerin oldukça dikkatli seçilmiş olmasıdır. “Azınlık” kavramı müzakereler sürecinde Türkiye-AB ilişkilerinin belki de en önemli siyasi gündem maddesini oluşturacaktır. Raporun yayımlanan ilk metninde Kürtler ve Alevilerden azınlık olarak bahsediliyordu. Hem Türkiye’nin, hem de Kürt ve Alevi vatandaşların tepkisi üzerine metin değiştirildi. Düzeltilmiş metinde Kürtler azınlık olarak tanımlanmazken Alevilerden dinî azınlık olarak bahsedildi. Azınlık tanımının nasıl yapılacağı ve farklı yaklaşımların nasıl uzlaştırılacağı konusunda yaşanacak tartışmalar, raporda yer alan ucu açık müzakereler sürecini akla getiriyor. AB, Türkiye’nin Lozan Antlaşması gereği sadece gayrimüslim unsurları azınlık olarak tanıma kararına ek olarak etnik temelli bir azınlık tanımlamasını da ülkeye kabul ettirmek istemektedir.
Rapor açıklandığından beri Avrupalı liderlerin yaptıkları açıklamalar, çok olumlusundan ihtiyatlısına kadar değişen bir tabloyu ortaya koyuyor. Hepsinin ortak noktası, 17 Aralık’ta Türkiye’ye bir tarih verilmesidir. Bu nedenle büyük bir ihtimalle 17 Aralık’taki zirvede tartışma, müzakerelerin ne zaman başlayacağı üzerinde yoğunlaşacak. Basına sızan haberlere göre bu başlangıç en erken 1 Ocak 2005, en geç 1 Ocak 2006 olacak.

Paylaş Tavsiye Et