Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2005) > Türkiye Ekonomi > İstikrarsızlığın mimari “istikrar programları” mı?
Türkiye Ekonomi
İstikrarsızlığın mimari “istikrar programları” mı?
Mithat Madran
TL’NİN birkaç hafta içerisinde hızla değer kaybetmesiyle uzun süredir piyasalara hakim olan olumlu hava yerini endişeli bir bekleyişe bıraktı. Her ne kadar Amerikan Merkez Bankası’nın faizleri arttıracağına dair haberlerin piyasaların bu yönde seyretmesinde önemli bir rolü olsa da, ben asıl problemin dizayn edilen istikrar programlarından kaynaklandığını düşünüyorum. Türkiye’de uygulanan istikrar programları, aslî amaçları olması gereken büyüme ve kalkınma hedeflerinden saparak bir an önce devletin borç yükünü azaltma kaygısıyla tasarlanıyor. Devletin borç yükünü azaltmanın tek çaresinin ise enflasyonu mümkün olduğunca düşürmek olduğuna inanılıyor. Düşük enflasyonlu ortamlarda devletin ödediği faiz oranlarının daha düşük ve daha istikrarlı olacağı fikri hakim. Bu zihniyet, enflasyonu düşürmeyi o kadar saplantı haline getiriyor ki, bir ekonominin asıl hedefi olması gereken büyüme ve kalkınma amaçlarından uzaklaşıp uzaklaşmadığını göremiyor. Daha da önemlisi enflasyonu düşürerek istikrar sağlamayı hedeflerken enflasyonu düşürmedeki fazla ısrar kendi başına daha büyük istikrarsızlıklara zemin hazırlıyor. Son birkaç haftadır dövizin aniden değer kazanmasının da, bundan önce 2000 ve 2001’de yaşanan iki krizin de asıl sebebi enflasyonu hızla düşürüp devletin borç yükünü azaltmayı hedefleyen bu anlayış.
 
Nasıl Bir İstikrar İstiyoruz?
Şimdi bu mantık silsilesinde biz de sorularımızı soralım. Adı üstünde bu politikalar istikrar politikaları. O zaman ilk soru; “istikrarı niçin istiyoruz?” İstikrarın büyümeye olumlu etkisi olduğunu kabul ediliyor. Bu hususta pek problem yok. Hemen hemen herkes istikrarsızlığın büyümeyi yavaşlattığı görüşünde. Bir sonraki sorumuz; “neyin istikrarını istiyoruz?” Nihai noktada büyüme istikrarı istiyoruz. Çünkü istikrarlı bir büyümenin ancak uzun vadede ekonomik kalkınmayı sağlayacağını biliyoruz. Peki büyüme istikrarının yanında başka istikrarlar da istemiyor muyuz? Elbette istiyoruz; faiz oranlarının, enflasyonun, döviz fiyatlarının istikrarlı bir şekilde değişmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bütün istikrarlı seyretmesini istediğimiz değişkenler aslında birbirleriyle yakından ilişkili. Döviz fiyatları istikrarsız ise enflasyon ile faiz oranları ve buna bağlı olarak büyüme oranları da istikrarsız oluyor. İstikrar derken mesela döviz fiyatlarının sabit kalmasını kastetmiyoruz. Döviz fiyatları değişebilir; ancak bu değişikliğin istikrarlı olması veya değişiklik oranının sabit kalması elzemdir. Uzun vadeli istikrar meselesine bu şekilde yaklaşmak gerekir. Mesela ekonomisinde %50 enflasyon olan bir ülkeye genel olarak istikrarsız bir ülke diyemeyiz; çünkü söz konusu ülke fiyatlar açısından istikrarsızdır. Eğer bu ülkede herkes enflasyonun %50 olacağını biliyorsa, enflasyon oranı bakımından bu ülke istikrarlı bir ülkedir. Bu açıdan bakıldığında doların değerini uzun bir süre 1,3 milyon TL civarında tutmak; fakat birkaç hafta içerisinde 1,5 milyon TL seviyesine getirmek istikrar değildir. Önemli olan istikrarın, fiyat seviyesinde değil, fiyat değişim oranında olması ve bu fiyat değişiminin uzun süreye yayılmasıdır. Yoksa fiyat değişim oranları düzeyinde gerçekleştirilemeyen istikrar, birkaç hafta içerisinde dövizin fiyatında ani değişiklikler meydana gelmesine zemin hazırlayıp yatırımcıları ve tüketicileri belirsizliğe sevk edebilir.
 
İstikrar Nasıl Sağlanır?
Peki bu tarz bir istikrar nasıl sağlanır? Bu tarz istikrar önce potansiyel riskleri içselleştirip daha temkinli ve gerçekçi (ulaşılabilir) hedefler belirlenerek sağlanır. Küreselleşme serüveninde sermaye piyasalarını serbestleştirmiş ve büyük bir borç yükü altına girmiş olan bir ülke enflasyonu düşürmeyi amaçlıyorsa, bunu uzun vadeye yayarak yapması gerekir. Sudan bahaneler veya uluslararası piyasalardaki ufak değişiklikler her an krize girme tehlikesine zaten yol açmaktadır. Var olan anlayış ise, son günlerde görüldüğü gibi bu tehlikeyi daha da şiddetlendirmektedir.
 
Enflasyonu Düşürme Saplantısından Kurtulmak
Enflasyonun hızla düşürülmek istenmesinin arkasındaki saik, devletin borç yükünün düşük enflasyonlu bir ortamda daha kolay döndürülebileceğine olan inançtır. Hatta bunun için kısa vadede de yüksek reel faiz maliyetlerine katlanılmaktadır. Sanki eninde sonunda yatırımcılar “oh ne güzel bu ülkede enflasyon da düştü; şimdi bu ülkeye daha fazla sermaye aktarabiliriz” veya “portföy yatırımlarımızı çekmemize gerek kalmadı” diyecekler. Yani enflasyon düşürülerek güvenilirlik problemi ortadan kaldırılacak ve her şey güllük gülistanlık olacak. Maalesef yatırımcılar bu oyunu bu şekilde oynamamaktadır. Çok büyük bir risk olmadığı zamanlarda gelip dedikoduların çıktığı riskli ortamlarda ise enflasyon rakamlarına bile bakmadan gitmektedirler. Ancak biz, “bu tür kısa vadeli sermaye hareketleri her an bizi krize sürükleyebilir” deyip buna bir tedbir bulmaya çalışacağımıza, nedense gayet naif bir şekilde bütün ümitlerimizi enflasyonu düşürmeye bağlıyoruz. Yatırımcılar ise uyanık; Türkiye İMF ile anlaştığı ve tahmin edilebilen belli bir süre kriz ihtimalinin olmadığı dönemlerde yatırım yapmayı tercih ediyorlar. Bu esnada biz de, “artık dalgalı kura geçtik, kriz falan olmaz; döviz fiyatlarını piyasalara bıraktık” deyip TL’nin uzun süre aşırı değerlenmesine seyirci kalıyoruz. Ancak akabinde sermaye çıkışı yaşanırken TL hızla değerini yitiriyor ve bütün istikrar hedefleri boşa gidiyor.
Sözün özü; Türkiye’de istikrar, enflasyonu düşürme saplantısıyla sağlanamaz. İstikrar, proaktif olup piyasadaki oyuncuların hareketlerini öngörmeyi ve buna yönelik tedbir almayı gerektirir. Bu ise enflasyonu düşürmek gibi riskli bir politikayı uzun vadeye yayıp döviz fiyatlarında veya faiz oranlarında istikrar sağlamak yerine, bunların değişimlerinde istikrar sağlamayı seçmekle gerçekleşir. Bu sebeple Türkiye gerekirse daha yüksek bir enflasyon oranını hedefleyip gerçekçi olmalı, döviz kurlarının istikrarlı bir şekilde yükselmesine izin verip cari işlem açığı gibi yıkıcı risklerin önünü almalı ve uzun vadede gelişmenin önemli sacayaklarından birisi olan ihracatın yolunu açmalıdır. Bu açıdan, son dönemde döviz fiyatlarında gözlenen yükselme olumsuz bir gelişme değil; bilakis ileride problem olabilecek bir soruna, Amerika’daki faiz artışı da bahane edilerek, ‘balans ayarı’ yapılması olarak görülebilir. Ancak bu ayar çok daha önceden başlanarak ve tedrici bir metotla yapılmalıydı.
Sıcak para girişi devam ettikçe, dalgalı kuru benimseyen bir ülkenin parasının değer kazanması kaçınılmaz. Türkiye gibi bir ülkede faiz oranlarını indirerek yerli paranın değerlenme oranını azaltmak mümkün görünse de, sadece enflasyonu indirmeye odaklanmış bir Merkez Bankası bu seçeneği kullanmaz. Bu durumda Asya Krizi’nden sonra Malezya’da ve daha önce başka ülkelerde uygulanan geçici sermaye kontrolü düzenlemeleri bir çözüm olabilir. Bu bakımdan Malezya örneği dikkate alınmaya değer. Malezya’daki sermaye kontrolü aslında sadece kısa vadeli sermaye hareketliliğini sınırlama işlevi görmedi; aynı zamanda kriz sonrasında değer kaybeden Malezya parasının kısa sürede aşırı değerlenerek Malezya’nın ihracattaki rekabet gücünü törpülemesini de önledi. Durum ne kadar sıkıntılı görünürse görünsün; ekonomi politikalarında çözüm üretmenin yolu da, araçları da bulunabilir. Tabii bunun için öncelikle dayatılan dar kalıplardan sıyrılıp zihniyetimizi özgürleştirmemiz, meseleye bütüncül bir anlayışla bakmamız şart. Şimdi enflasyonu düşürme saplantısından kurtulup, daha yüksek enflasyon ve döviz kurlarıyla da istikrarın sağlanabileceğini kavramanın tam zamanı.

Paylaş Tavsiye Et
Türkiye Ekonomi
DİĞER YAZILAR