Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2005) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
Rusya AB çıkmazında / Dmitriy Suslov, Nezavisimaya Gazeta, 18 Ocak 2005
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Ukrayna’da seçim kargaşası devam ederken bütün dikkatini oradaki gelişmelere vermiş olan Rusya hükümeti, dış politika açısından en az Rusya-Ukrayna ilişkileri kadar önem taşıyan Rusya-AB diyalogunu ihmal etmişe benziyor. Rusya’nın dış ticaretinde ve ülkeye yapılan yatırımlarda önemli rol oynayan Avrupa, aynı zamanda Rusya’nın güney sınırlarında beliren terörizm tehlikesine karşı da kuvvetli bir destektir.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takip eden süreç söz konusu olduğunda, son aylarda Rusya-AB ilişkilerinde daha önce hiç olmadığı kadar ciddi bir soğumanın yaşandığını itiraf etmek mecburiyetindeyiz. Ukrayna meselesi, Rusya ile Avrupa’nın arasının açılması için bir bahane olsa da, asıl neden bu değildir. Yaşanan gerginlik gerçekte, uzun süredir biriken ve sonunda kendini belli eden yapısal krizden kaynaklanıyor. Rusya, kendisine yalnızca bir ‘komşu ülke’ gözüyle bakılmasına razı değil; zira böyle bir yaklaşım onu, Kuzey Afrika ülkeleriyle aynı seviyede tutuyor. Rusya’dan AB yasalarına uymasını isteyen AB’nin, ona bu yasalarla ilgili hiç söz hakkı tanımaması; ekonomi alanında Rusya’nın devamlı olarak AB’nin çıkarlarına uygun bir şekilde hareket etmeye zorlanmasına karşın Avrupa Birliği’nin Rusya’nın teklif ve önerilerinden hiçbirini kabul etmemesi ve AB’nin Rusya’nın içişlerine müdahale etmesi, ortamın bu denli gerginleşmesine yol açan başlıca nedenlerdir.
Rusya, ilişkilerin boyutunun değişmesini isterken AB, şu anki durumun korunmasından yana. Statüko ve buna bağlı olarak Rusya’nın vermek zorunda kaldığı tavizlerin yanı sıra, Rusya’nın AB siyasetinde ve AB yasalarının oluşumunda hiçbir rol oynamaması, Avrupa’nın işine gelen bir durum. AB siyasetçileri, Rusya ile ilişkilerini devam ettiriyorlar; zira çeşitli anlaşmalarla eli kolu bağlanan Rusya’yı kontrol altında tutmak şüphesiz çok daha kolaydır.
Rusya ile ilişkilerini tamamen koparmamasına rağmen AB, Rusya’ya yönelik siyasetinde yeni düzenlemeler yapıp ileride baskılarını artıracağa benziyor. Bunun sonuçları, yapılacak bütün görüşmelerde Rusya için ehemmiyet arz eden meselelerin çok belirgin bir şekilde arka plana itilmesi şeklinde kendini belli edecek. Bu uygulama çerçevesinde Rusya, vize prosedürlerinin kolaylaştırılmasını ve daha önce görüşülmüş konularda anlaşmaların imzalanmasını boşuna bekleyecek. Aynı zamanda AB, Rusya ile siyasî temaslarını en asgariye indirgemeye çalışacak.
Diğer taraftan AB, Rusya’nın uzun zamandır ertelediği konuları gündeme getirerek bu doğrultuda baskısını artıracak. Örneğin, Gürcistan ve Moldova’da yer alan Rus askerî üslerinin geri çekilmesi, öncelikli konular haline getirilecek.
Avrupa, Rusya’ya tecrit edilmenin acısını tattırarak onu AB çıkarlarına uygun bir şekilde hareket etmeye zorlamayı hedefliyor.

Tavsiye Et
Yakın Doğu’da barış için bir şans daha / Viktoriya Gorkaya, İzvestiya, 19 Ocak 2005
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
2005 yılının başında Filistin’de gerçekleştirilen başkanlık seçimleri, tarihî önem taşıyan bir olaydır. Zira bu gelişmeler, Yakın Doğu’da barış ve istikrarın sağlanması açısından bir ümit ve somut bir adım niteliğindedir. Filistin topraklarının işgal altında bulunmasının verdiği sıkıntılara rağmen oylamaya katılıp demokratik ve adil seçimlerin gerçekleşmesini mümkün kılan Filistin halkının kararlılığı ise takdire şayandır.
Seçimlerdeki zafer, yalnızca Mahmud Abbas’ın değil, tüm Filistin halkınındır. Seçimlerin ardından yapılması gereken en önemli şey, barış görüşmelerinin yeniden düzenlenip olumlu bir sonuca ulaştırılmasıdır. Bu sürecin başarılı bir şekilde tamamlanmasını sağlayacak önemli faktörlerden biri, Filistin halkının işgalin sona ereceği ve Filistin’in bağımsız bir devlet haline geleceği yönündeki ümit ve inancının var olmasıdır. Bu süreç zarfında Filistin, toprakları, sınırları, halkı ve demokratik kurumları ile özgür ve bağımsız bir devlet olmaya doğru ilerlemeli. Bunun için Filistin hükümeti, zorlu fakat hayatî önem taşıyan kararlar alıp ülke yönetimini tamamen kontrol altına almalı.
Bu durumda Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın üzerine düşen görevlerden biri, ülkede faaliyet gösteren çok sayıdaki güvenlik organının çalışmasını siyasî kontrol altına alıp, bu kuruluşların en verimli bir şekilde işlemesini sağlamaktır. Arafat’ın vefatından sonra karşı karşıya kalınan siyasî ve toplumsal sıkıntıların giderilmesi, yeni Devlet Başkanı Abbas’ın üzerinde durması gereken önemli hususlardan biridir. İsrailli sivillere yönelik saldırıların durdurulması ve Filistin’de faaliyet gösteren bütün silahlı örgütlerin uzun süreli bir ateşkes şartını yerine getirmesi, öncelikle uygulanması gereken tedbirlerin başında geliyor.
Diğer yandan İsrail de üzerine düşeni yapmalı. Filistin topraklarındaki İsrail yerleşim birimlerinin yasadışı bir şekilde genişletilmesi önlenmeli ve İsrail ordusu işgal ettiği bölgelerden çekilmeli. Filistin vatandaşlarının seyahat özgürlüğü kısıtlanmamalı, onur ve haysiyetlerini inciten muamele ve şartlar ortadan kaldırılmalı. İsrail’in Gazze bölgesinden çekilme planının başarılı bir şekilde uygulanması, iki tarafın işbirliği yapmasıyla mümkün olur. Karşılıklı anlayış, İsrail ve Filistin’in ‘Yol Haritası’nda belirlenen sorumluluklarını yerine getirmelerini ve iki halkın barış içinde yaşamasını sağlamalı.
Yıllardır süren Filistin-İsrail sorunu hem Filistin, hem de İsrail sivil halkına büyük zarar vermekte ve yüz binlerce insanın hayatını tehlikeye atmakta. Yakın Doğu’da barışın sağlanması, kolay olmayan, fakat o bölgede yaşayan veya dolaylı yollarla bölgedeki istikrarsızlıktan etkilenen bütün ülke ve halkların daha iyi hayat şartlarına kavuşması için olağanüstü önem taşıyan bir mevzudur.

Tavsiye Et
Türk gibi düşünmek / The Guardian, 22 Ocak 2005
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
Kraliyet Sanat Akademisi’nin bugün halka açılan Türkler sergisindeki en çarpıcı nesnelerden biri aynı zamanda en küçük olanlardan biri. Uzunluğu altı santimden daha az, abanoz ve fildişi bir kutu; yan tarafları altın telkari ile işlenmiş ve yakut taşlarla bezenmiş firuze renginde; minyatür bir altın zincir ve menteşe ile kilitlenmiş. 16. yüzyılın ortasında İstanbul’da yapılan bu kutu, Hz. Muhammed’in sakalının bir teli olan Sakal-ı Şerif’in muhafazası için tasarlanmıştı. Tek bir sakal telinden, İpek Yolu boyunca Asya steplerinden, Semerkand’dan Moritanya’ya uzanan, İstanbul’da son bulan bir tarih çizgisi çizilebilir.
Ancak bazı eserlerin kırılgan yapısını korumak için kuratörlüğü titizlikle yapılan bu serginin muhtevasını yanlış anlama tehlikesi de vardır. Sergideki Türklerin modern Türkiye ile benzerliği, Roma İmparatorluğu’nun bugünün İtalya’sı ile olan benzerliği kadardır. Gözler önüne serilen zenginlikler, ülkeden daha çok insanlar hakkında bir şeyler anlatmaktadır; büyük Arap tarihçisi İbn-i Haldun’un Mukaddime eserine başlarken yazdıklarında ortaya koyduğu noktaya işaret etmektedir: “Şurası bilinmelidir ki, tarih aslında insanın sosyal örgütlenmesi hakkındaki bilgidir; o sosyal örgütlenme ki dünya uygarlığıyla özdeştir.”
Sergi, akademinin Piccadilly’deki binasına Muhammed Siyah Kalem’in nadir bulunan çizimleri gibi İstanbul’daki Topkapı Sarayı’nın dışında asla görülmemiş olan birçok eser getirmektedir. Fakat sergi aynı zamanda insanlar ve onların tarihleri hakkında basit ayrım çizgileri çizmenin zorluklarını da göstermektedir. Yakın dönem Fransız ve İngiliz imparatorluklarında olduğu gibi, Türklerin zenginliği de birçok farklı bölgenin; şimdi İran, Çin, Irak ve Özbekistan olarak bildiğimiz ve Türk olarak düşünmediğimiz yerlerin ürünüydü. Sergide gösterilen ve muhtemelen Konstantinopolis’in fethi sırasında Bizanslılardan Osmanlılara geçen nadir bir harita da oldukça anlamlıdır. Bu harita Avrupa’yı, Türkiye’den görüldüğü şekliyle, sadece bir dizi kale ve istihkam şeklinde tasvir etmektedir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği hakkındaki mevcut tartışmalara bakıldığında, bu sergi bize geçmişteki ve gelecekteki Türkiye’nin sunacağı zenginlikleri hatırlatmaktadır.

Tavsiye Et
Kapıdaki savaşlar / Seymour M. Hersh, The New Yorker, 24-31 Ocak 2005
Amerikan Basını
Çeviri: Ebru Afat
George W. Bush’un yeniden seçilmesi, geçen sonbaharda kazandığı yegâne zafer değildi. Başkan ve onun ulusal güvenlik danışmanları, ordu ile istihbarat birimlerinin stratejik analizleri ve örtülü operasyonları üzerinde, İkinci Dünya Savaşı sonrası ulusal güvenlik devletinin ortaya çıkışından beri görülmemiş bir seviyede denetim sağladı. Bush’un, ikinci dönemi boyunca, bu denetimi İran’daki mollalara ve sürmekte olan terörizmle savaştaki hedeflere karşı kullanmaya yönelik saldırgan ve hırslı bir gündemi bulunuyor.
Görüştüğüm eski bir üst düzey istihbarat yetkilisi, bunun terörizmle savaş olduğunu ve Irak’ın da yalnızca bir parça olduğunu, Bush yönetiminin meseleye dev bir savaş bölgesi olarak baktığını söyledi: “Bir sonraki adımımız, İran’a harekat düzenlemek olacaktır. Savaş ilan ettik ve kötü adamlar, nerede olurlarsa olsunlar, düşmandır.”
Yönetim geçen yazdan bu yana İran içlerinde gizli keşif harekatları yürütmektedir. Daha çok İran’ın hem bilinen, hem de varlığından şüphelenilen nükleer, kimyasal ve füze tesisleri hakkında istihbarat toplanması üzerinde odaklanılmaktadır. Hedef, güdümlü füze saldırıları ve kısa vadeli komando baskınları ile yok edilebilecek türde üç düzine, belki daha fazla sayıdaki hedefi tanımlamak ve tecrit etmektir. Pentagonla yakın ilişki içinde bulunan bir hükümet danışmanı bana, Pentagon’daki sivillerin İran’a gitmek ve mümkün olduğu kadar çok askerî altyapıyı yok etmek istediklerini ifade etti.
Pentagon’un İran’ın geniş çaplı işgaline yönelik acil durum planları da güncellenmektedir. Florida, Tampa’da bulunan ABD Merkez Komutanlığı’ndaki stratejistlerden, İran’ın karadan ve havadan azami işgalini gösteren savaş planlarını gözden geçirmeleri istendi. Yönetim harekete geçmeye niyetlense de niyetlenmese de, planın güncellenmesi anlamlıdır; çünkü bölgenin jeopolitikaları son üç yılda dramatik değişikliklere uğramıştır. Daha önceleri Amerikan işgal gücü İran’a, Basra ya da Ürdün Körfezi yoluyla denizden girmek zorunda kalacaktı. Şimdi ise birlikler Afganistan ya da Irak’ı kullanarak karadan girebilir. Komando birimleri ve diğer güçler de Orta Asya cumhuriyetlerindeki yeni üsler vasıtasıyla İran’a sokulabilir.
Saldırıların acil hedefi, İran’ın nükleer silah geliştirme yeteneğini yok etmek ya da en azından geçici olarak akamete uğratmaktır. Ancak eşit derecede etkili başka saikler de iş başındadır. Hükümet danışmanı, Pentagon’daki şahinlerin özel görüşmelerde İran’a sınırlı bir saldırıdan söz ettiklerini, çünkü böyle bir saldırının dinî liderliğin devrilmesinin yolunu açacağına inandıklarını anlattı. İran’daki zeminde, bir tarafta seküler milliyetçiler ile reformcular arasında, diğer tarafta ise köktenci İslamcı hareket içinde mücadele yaşandığını ifade eden danışman, sözlerini şöyle sürdürdü: “Mollaların etrafındaki o çok hoşlandıkları yenilmezlik havası, Batı’nın gözlerini boyama yetenekleriyle birlikte ortadan kalktığı anda, İran’daki rejim de tıpkı Romanya, Doğu Almanya ve Sovyetler Birliği’ndeki eski komünist rejimlerde olduğu gibi çökecektir. Savunma Bakanı Rumsfeld ve yardımcısı Wolfowitz de bu inancı paylaşmaktadır.”

Tavsiye Et
Irak’ta diktatörlük seçimleri / Mesud Zahir, El-Halic, 22 Ocak 2005
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Irak ve Büyük Orta Doğu ülkelerinde Batılı demokrasiyi yaymak üzere ABD işgalini destekleyen güçler, şimdilerde işgalci müttefik ordusunun şemsiyesi altından çıkmamakta ısrarlı. Bu müttefikler ve onları destekleyen çoğu Arap yönetimi de, yabancı güçler Irak topraklarından çekilmeden önce Irak’ın işlerini yürütecek bir yönetimin kurulması için seçimlerin 30 Ocak’ta yapılmasına önem veriyor. Buna karşılık, seçimlere karşı çıkan gruplar kendi içlerinde ikiye ayrılıyor. Bunlardan biri, ABD vesayeti altında yapılacak seçimlere mutlak bir biçimde karşı çıkarken; diğeri bir müddet ertelendikten sonra BM’nin gözlemci olarak bulunduğu bir seçimle, yönetimin Iraklılara devredilmesi gerektiğini savunuyor.
Hiç kuşkusuz işgalci ABD’nin güttüğü yanlış politikalar Irak’ın toplumsal, ekonomik ve siyasî geleceği konusunda tehditler içeriyor. Nitekim gittikçe kötüleşen güvenlik şartları yüzünden siyasî hayat neredeyse tamamıyla kesintiye uğradı. Yine içeride yaşanan keskin bölünmeler sonucu iç savaş çıkma ihtimali gündemde. Irak’ta bir Kürt devleti kurulması gibi çok tehlikeli bir söylenti ortalıkta dolaşıyor ki bu, bölgesel güçleri, özellikle de Türkiye ve İran’ı, Irak’ın içişlerine müdahale konusunda harekete geçirecek bir olaydır. Bağımsız ya da yarı bağımsız bir Kürt devletinin kurulması komşu ülkelere birçok sıkıntı vermeye gebedir. Irak seçimleri henüz yapılmadan önce inandırıcılığını kaybetmiştir. Güven ortamının sağlanamayışı, yapılması ya da ertelenmesi konusunda yönetim içerisinde bile bir uzlaşmaya varılamaması, suikasta uğramak korkusuyla bazı bölgelerdeki adayların adlarını dahi açıklamaktan korkması, seçimlerin demokratik bir ortamda yapılmasını neredeyse imkânsız hale getirdi.
Sonuçları önceden bilinen Irak seçimleri sağlam bir demokrasinin gereklerini yerine getiren bir ortamdan yoksundur. Öte yandan, bu seçimlerin sonucunda ABD’ye yakınlığı birbirinden farklı oranlarda değişen birtakım kişilerin seçilmesine kesin gözüyle bakılıyor.

Tavsiye Et
Hürriyet, demokrasiden önce; sonra değil! / Fehmi Huveydi, El-Ahram, 25 Ocak 2005
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Zamanımızın getirdiği en büyük yeniliklerden biri Arap aleminde yaşayan halklarımızdan birkaçının temelde özgürlüklerini elde etmeksizin tamamen hür seçimlere katılma sürecine sokulması. Demokrasiyi özgürlüklerin önüne geçirmek, aynen atın alınıp arabanın önüne konulmasına benzer.
Elimizde bu ironiyi en iyi şekilde gözler önüne serecek iki taze örnek var: Bunlardan biri Filistin, diğeri ise Irak seçimleri. Her iki durumda da halk ağır bir işgalin altında eziliyor. Yine her iki seçim de işgalci tarafından destekleniyor. İsrail bu desteğini gizlerken Irak’ta ABD bunu çok açık bir şekilde destekliyor ve dillendiriyor. Bilhassa ABD Başkanı Bush, seçimlerin zamanında yapılması için çaba sarf edenlerin başında bulunuyor. Umulan çıkarların elde edilmesi için en ince ayrıntısına kadar plan yapılmış durumda. Bunun kanıtı ise, sayıları 4-5 milyon civarında olan Filistinli mültecilere oy hakkı tanınmazken Irak seçimlerinde dışarıda yaşayan yaklaşık iki milyon Iraklıya bu hakkın tanınmasıdır.
Irak’ta ABD’nin çıkarı açıktır. ABD’nin 30 Ocak’ta yapılmasına ısrar ettiği seçimler amaçları bakımından 1920 Devrimi sonrası işgalci Britanya güçlerinin Prens Faysal bin el-Hüseyin’i Irak’a kral tayin etmesi olayından pek de farklı değil. 1921’de halktan güvenoyu alan Hüseyin, ilk iş olarak ertesi yıl Britanya’nın Irak topraklarına nüfuzunu ilan eden anlaşmayı imzaladı ve yürürlüğe koydu. Geçen asrın 20’li yıllarında Britanyalıların yaptığını Ocak ayında ABD’liler yapmaya çalışıyor.
Her iki seçimde de demokratik icraatlar ulusal egemenlik mefhumunun önüne geçmiştir. Dolayısıyla vatanın hürriyeti kavramı vatandaşların hürriyeti kavramından ayrılmıştır. Böylelikle seçimler ya da kamuoyu yoklamaları araç olmaktan öte bir amaca dönüştü.
Seçimler, araç olması halinde, özgür bir toplum yaratabilir. Oysa seçimlerin amaç olması, toplumlara, en iyi ihtimalle bir anlık bir özgürlük sağlayacaktır. Şu anda bu bölgelerde pazarlanan, işte bu bir anlık özgürlüktür.

Tavsiye Et
Türkiye’nin ABüyeliğinde coğrafya bir engel teşkil eder mi? / Eric Galon-Patrick Picouet, Le Monde, 3 Ocak 2005
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan pek çok Fransız politikacının bilinçli ve sistemli bir şekilde sürekli coğrafyaya atıf yapmalarını anlamak mümkün değil. Örneğin Michel Barnier, Jean-Claud Gaudin ve Philippe de Villiers gibilerine göre, Türkiye ne coğrafyası, ne de toprakları itibarıyla Avrupalı. Dolayısıyla Türkiye’nin AB’ye üye olmasının mantıklı bir gerekçesi yok. Bu tür argümanlar sağ siyasetçilerle de sınırlı değil üstelik. Solcular da zaman zaman coğrafyayı öne çıkaran açıklamalarda bulunuyor.    
Ne var ki coğrafyayı öne sürmenin ne kadar anlamsız olduğu üzerinde hiç durulmuyor. Hangi coğrafyadan bahsediliyor? Tahrip gücü son derece yüksek savaşlar geçmişte coğrafyanın esas alındığı sınırlar nedeniyle yaşanmadı mı? Sınırları belirlerken dağları ve ırmakları mı kriter almak lazım, yoksa insanları ve tarihî ilişkileri mi? Maalesef bugün bile siyasetçiler Türkiye gibi bir ülkeye olan muhalefetlerini ortaya koyarken doğal sınırları bahane edebiliyor.
Sınırlar kalıcı değildir, değişebilir; hatta ortadan da kalkabilir. Dahası, Michel Foucher’in de belirttiği gibi, sınırları sadece coğrafî yapılara indirgemek de mümkün değildir. Türkiye’de İstanbul ve Çanakkale boğazları coğrafî anlamda Avrupa’yı ve Asya’yı birbirinden ayırmakta. Ne var ki, bu ayrım Türkiye’yi ikiye bölmüş değildir.
Bugün Türkiye, Avrupa ve Müslüman Orta Doğu arasında bir köprü durumunda ve her iki kültürü de bünyesinde barındırıyor. Ural dağları ile İstanbul ve Çanakkale boğazları fizikî ve doğal yapılar olsa da, bunların sınıra dönüşmesi insanî bir geleneğin eseri. Ayrıca bu fizikî sınırlar, geçişkenliği de ortadan kaldırmıyor. Köprülerle ve geçitlerle bu coğrafî sınırların iki yakası birbirine bağlanabilmiştir.
İstanbul örneğinde olduğu gibi, tarih boyunca Türkler ve Avrupalılar arasındaki ilişkiler doğal sınırları ve engelleri daima aşabilmiştir. Dolayısıyla bazı siyasetçilerimizin doğal sınırları bahane ederek Türkiye’nin AB’ye üyeliğine karşı çıkmaları 19. yüzyıl zihniyetini yansıtıyor.

Tavsiye Et
Avrupa’nın Ankarası / Tahar ben Jelloun, Libération, 21 Ocak 2005
Fransız Basını
Çeviri: Adem Yılmaz
Mağripliler Türkiye’nin AB’ye üyeliği üzerine süren tartışmaları özel bir ilgi ile takip ediyor. Osmanlı İmparatorluğu Arap dünyasında sadece iyi hatıralar bıraktı. Kemal Atatürk’ün yaptığı devrim 1923’te bu Müslüman ülkeye laikliği getirdi ve beş yıl sonra da Arap alfabesinden Latin alfabesine geçildi. Bu değişiklik, İslam’ı Mağrip kimliğinin ayrılmaz bir parçası olarak gören bazı milliyetçileri rahatsız etti. Nitekim bu, İslam yurdundan bir kopma olarak algılandı. Ne var ki, Türk toplumu kültür ve medeniyet düzleminde İslam’dan vazgeçmiş değil; sadece onu dinî-siyasî arenanın dışına itmiş bulunuyor. Dinî pratik, özel alanın bir parçası haline geldi ve tabii ki bu durum camilerin inşasını ve İslamî hareketlerin gelişmesini engellemedi.
Bu anlamda Türkiye üç Mağrip ülkesi, Fas, Cezayir ve Tunus tarafından hedeflenen modernleşme sürecinde epey mesafe kat etmiş durumda. Türkiye’yi er ya da geç Avrupa’nın bir parçası olarak görme perspektifi, bu özel genişlemeden medet uman Mağrip seçkinlerinin bir kısmı için benzer bir durumun Akdeniz’in güneyi için de söz konusu olabileceği ümidini doğuruyor.
Seksenli yılların ortasında Kral II. Hasan, Fas’ın Avrupa Birliği adaylığı için başvurduğunda, Fas’ın haricindeki Mağrip basını bu girişimi alay konusu yaparak böylesine bir aidiyetin alacağı şekil üzerinde hiçbir derinlikli mülahazada bulunmamışlardı. Fakat II. Hasan alay konusu edilecek bir lider değildi ve bedava provokasyonlara pabuç bırakmadı. Üstelik Faslılar için bu jest sembolik bir anlam taşımaktaydı. Yoksa bu başvuru, Fas’ın bütün şartları yerine getirdiği ve Avrupalı olmak için bir sürü kritere uyacağı anlamına gelmiyordu.
Tunus ise Bourguiba sayesinde sürekli Avrupa’ya meyletti. Olası bir İslamî canlanmaya karşı ülke genelinde halen büyük bir baskı uygulanıyor. Cezayir’e gelince, sivil savaştan yorgun düşmüş olduğu için Fas ve Türkiye gibi bir açılım projesi geliştiremedi. Fakat üç ülke gerçekten coğrafî ve ekonomik varlık olarak birleşmeye muvaffak olursa, bu birlikten gelecek bir entegrasyon talebini göz önüne almamak Avrupa için zor olacak.

Tavsiye Et
Hollanda’da İslam Partisi kuruluyor / Jan Kanter, Die Welt, 15 Ocak 2005
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Hollanda bu yıl ilk İslamî partisine kavuşuyor. Mayıs ayında resmî olarak ‘Müslüman Demokrasi Partisi’ kurulacak. 2006 yılında da bu yeni teşekkül Rotterdam, Amsterdam, Lahey ve Utrecht’teki genel seçimlere katılacak.
Şu anda parti hakkında çok az şey biliniyor. Ne yeni hareketi temsil eden yüzler ortada, ne de program veya yapı. Buna rağmen bu hareket seçimlerde, özellikle büyük şehirlerde başarılı olabilir. Örneğin Rotterdam’da insanların %36’sı Hollanda kökenli değil. Amsterdam’da ve nüfus yoğunluğunun fazla olduğu kuşakta nüfusun yapısı bununla benzerlik gösteriyor. Rotterdam’da göçmen nüfusun 2017 yılında %48 gibi bir orana ulaşacağı ve bu oranın büyük çoğunluğunun Müslüman ülkelerden geleceği tahmin ediliyor.
Şu sırada yabancı nüfusun oranı bütün ülke nüfusunun %10’unun altında da olsa, Müslüman göçmenlerin ihtiyaçlarına önem veren bir parti büyük bir potansiyeli haiz.
Parti kurucuları camilerde bir anket yaptırdılar ve ankete katılanların %85’inin bir İslam partisini seçeceğini öğrendiler. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise heterojen İslam cemaati içerisinde kuşkulu bir durum. Çeşitli akımları bir araya getirebilecek bir entegrasyon figürü Hollanda’da görünmüyor. Diğer taraftan, popülist Pim Fortuyn’un başarısından önce hiç kimse aşırı sağcı bir partinin Hollanda parlamentosunda ikinci parti konumuna geleceğini de beklemiyordu.
Parti kurulduktan sonra hakikaten Müslüman seçmenlere oynarsa, geleneksel parti tabanları çözülebilecek. Eğilim analisti Adjiedj Bakas için bu sürpriz değil: “İnsanlar kurallı partilere karşı duyarsız; çünkü onların politikalarında son yirmi yılda hiçbir değişiklik gözlenmedi… Tek konulu partiler için bir pazar mevcut. Anti-İslam partisi için alan olduğu gibi bir İslam partisi ya da anti-bürokrat bir parti için de alan var.”
2002 seçim çalışmaları esnasında Fortuyn’un öldürülmesiyle gün yüzüne çıkan bu eğilimler yönetmen Theo Van Gogh’un öldürülmesiyle daha da keskinleşti ve siyaseti de rahatsız etti. Liberal muhafazakâr VVD’nin Türk kökenli milletvekili Fadime Örgü, “2002 yılından beri partiler seçmenlerin nasıl davranacağını önceden tahmin edemiyor. Partiler değişmek ve yeni konumla hesaplaşmak zorunda” diyor. “Biz de cevap arama çabasındayız; ama sorun daha fazla insanın politikacı olmayı isteme ve cevabı hemen öğrenme arzusunda yatıyor.”

Tavsiye Et
Kurban Bayramı vesilesiyle: Dinî bir gün / Mechthild Küpper, Franffurter Allgemeine, 23 Ocak 2005
Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Geçtiğimiz perşembe günü Berlin’de günümüzün en heyecan verici konularından birine dair bir karar alındı. Müslümanlar için Kurban Bayramı’nın başladığı günün sonunda televizyon haberlerinde Mekke’deki kalabalık hacılar ve Filistin Lideri Mahmud Abbas’ın namazdaki görüntüleri izleniyordu.
Berlin Eyalet Meclisi SPD ve PDS’in oylarıyla her türlü dini sembolün takılmasını yasakladı ve başörtüsüyle birlikte kippa ve haçın da resmi hizmetlerde kullanılmasını engelledi. Uygulamanın adı tarafsızlık yasasıydı ve PDS’in arzusu olan bu yasa Müslüman kadınların daha iyi entegre olmasını sağlayacak ve dışlanmayı engelleyecekti.
Öğleye doğru yazar Günther Lachtmann “Ölümcül Hoşgörü” isimli kitabını sundu. Kitap şu soruyu soruyordu: Almanya niçin İslamcı hareketlerin merkezi?
Öğleden sonra ise Katolik akademi ve Bavyera Eyalet temsilciliği konferans ve seminerlere davet edilmişti: “İslam’la beraber yaşamak: Sorundan ortaklığa?”
Ve günün finalinde, Hollandalı bir misafir kendini tanıttı: Mısırlı Kuran alimi Nasır Hamid Ebu Zeyd, dinden çıktığı iddiasıyla karısından zorla boşanmaya mecbur edilmiş ve bu nedenle Hollanda’ya iltica etmiş bir şahıs. O, gazetecilerin ve siyasetçilerin yapmayı başaramadığı kültürler arası diyaloğu başarmış bir kişi. Burada kendilerini dışlanmış hissederek yaşayanların kendilerini iyi hissetmediklerinden bahsedip, kültürel aidiyet konusunda ilginç bir resim çizdi. Berlin’e yapılan daveti seve seve kabul ettiğini ama eşinin Kurban Bayramı’nda yalnız kalmayı istemediğini ve bunun da tıpkı Noel’de Batılı bir çiftin ayrılmaktan hoşlanmamasına benzetilmesi gerektiğini ifade etti.

Tavsiye Et