Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2005) > Türkiye Ekonomi > Siyaset bağlı, ekonomi bağsız!
Türkiye Ekonomi
Siyaset bağlı, ekonomi bağsız!
Mustafa Gülyüz
TÜRKİYE, İMF ile 3 yıllık bir stand-by daha yapacak. Üstelik temel kurgu da hemen hemen 2001’den beri sürdürülen programınkiyle aynı olacak. Halbuki Temmuz sonuna kadar hükümet, üç ihtimalden bahsediyordu. Bunlar en gevşekten en sıkıya; Program Sonrası İzleme (Post Programme Monitoring) Anlaşması, İhtiyati (Precautionary) Stand-by ve eski programa benzer yeni bir anlaşma yapılması şeklindeydi. Birinci seçenek, İMF’nin herhangi bir kredi vermesini içermiyor. Sadece İMF uzmanları periyodik olarak geliyor ve incelemelerde bulunarak sonuçları ekonomi politikası karar mercileriyle değerlendiriyor. Bu görüşmeler sonunda ortaya çıkan tablo ve İMF’nin yaptığı açıklama uluslararası finans çevreleri açısından gösterge niteliği taşıyor ve ülke kendi göbeğini kendisi kesiyor. İhtiyati Stand-by seçeneği de doğrudan finansman içermiyor. Bu seçenekte kullanıma hazır tutulan bir rezerv imkanı varsa da bu, ancak ciddi ihtiyaç olduğunda devreye giriyor. Dolayısıyla gözden geçirme görüşmelerinin zorlayıcı gücü azalıyor. Geçmiş hükümetlerin İMF’ye kayıtsız-şartsız teslim olmasını eleştirmiş ve 3 Kasım seçimlerinin hemen ardından İMF ile ilişkilerin devam edeceğini ama nitelik değiştireceğini, Türkiye’nin gerçeklerini ve halkın beklentilerini dikkate alan, reel sektöre ve sosyal ihtiyaçlara uygun düzeltmelerin yapılacağını ilan eden AK Parti yönetiminin gönlü, gevşek bir ilişkiden yanaydı. Böylece hükümet ekonomi politikası belirleme esnekliği kazanacak, programı İMF güdümünde olmaktan kurtaracak ve seçmen tabanının beklentilerine uyacaktı. Hatta Başbakan Erdoğan’ın talebi üzerine “Türkiye İMF’siz nasıl devam edebilir?” sorusuna cevap arandığına ve yeni programda İMF’yi dışarıda bırakacak formüller üretilmeye çalışıldığına ilişkin söylentiler basında sık sık yer almaya başlamıştı.
Tam bu sırada üst üste ilginç gelişmeler zuhur etti. Önce Merkez Bankası Başkanı, Rotary Kulübü’nün toplantısında; “Hâlâ orada, burada ‘bu kadar faiz dışı fazla çok yüksek, bunu biraz gevşetelim’ gibi hatalı söylemler var. Çok fazla sıkıldık, biraz gevşeyelim düşüncesinin arkasından gelecek olan, sadece enflasyonun yükselmesi, büyümenin küçülmeye dönüşmesi değil, resmen krizdir” uyarısında bulundu. Yola İMF ile devam edilmezse oluşacak riskin, reel faizlerin bugünkü seviyesine bakarak anlaşılabileceğine ilişkin yorum ise, aslında örtük olarak, gelecek 12 aylık döneme ilişkin enflasyon beklentisinin bizzat Merkez Bankası beklenti anketine göre %10,1 olduğu bir ortamda neden piyasadan yıllık %24,6 maliyetle TL çekmeye devam edildiğinin cevabını içinde taşıyordu. Uyarı, ekonomi üzerinde soğuk duş etkisi yaptı. İfadeler öylesine sert ve adres o kadar açıktı ki, Başbakan Yardımcısı Şener cevap vermek zorunda kaldı.
 
Piyasaların Sopası
Mevcut yapı ve kırılgan denge hükümetin elini kolunu bağlıyordu. Piyasalar; önümüzdeki iki yılda İMF’ye yapılması gereken 18,2 milyar dolar ödeme zorunluluğu ile toplam finansal sistem hacminin 1,8 katını bulmuş, ortalama vadesi sadece 14 ay olan iç borç baskısının farkındaydı. Ve aracıları vasıtasıyla bir uyarı da onlardan geldi: “Uyarılar hükümete olduğu kadar, tüm ekonomik birimlere de yapılmaktadır. Bugün bu uyarılardan gerekli dersleri almayıp ‘Merkez Bankası da haddini bilsin’ gibi tavırlar içine girersek, yarın Merkez Bankası’nın tokadını yediğimizde iş işten geçmiş olacaktır. Merkez Bankası tokat atmadığında, ekonomik dinamikler zaten gereğini yapar.”
5 Mayıs’ta Başbakan, İzmir İktisat Kongresi’nde, İMF ile %6,5 faiz dışı fazlanın nasıl aşağı düşürülebileceğini tartışacağını açıkladıktan sonra, yine ‘iyi saatte olsunlar’ devreye girmiş ve enflasyonun %0,4 olduğu bir ayda kuru %13,4 sıçratarak, Merkez Bankası borçlanma maliyetinin altına düşmüş olan faizleri de %30’lara fırlatarak hükümete göz dağı vermişlerdi (Grafik1). Bunun acı hatırası hâlâ tazeydi. 6 Ağustos günü İMF ile 2005 sonrasındaki ilişkilerin, kaynak kullanımını içeren yeni bir stand-by düzenlemesi çerçevesinde yürütüleceği, bunun dünya gerçeklerine uygun bir politika izleme gereğinden kaynaklandığı açıklandı. 3 yıllık yeni stand-by kararının neden alındığı sorusuna en iyi cevap ise yine Başbakan Yardımcısı Şener’den geldi: “Piyasalar istediği için.”
Ama ‘piyasalar’ bir kere gazaba gelmişti. Standart&Poor’s kredi derecelendirme kuruluşunun Türkiye’nin kredi notunu yükselttiği, faizlerin düştüğü, enflasyon beklentisinin gerilediği bir ortamda ‘Merkez Bankası tokadı’nın ne anlama geldiği anlaşıldı. Banka, “Riskler artıyor, faizleri artırabilirim” uyarısında bulundu. %23,5’e gerileyerek yine Merkez Bankası maliyetinin altına düşmüş olan ikinci el piyasa faizleri birkaç gün içinde yeniden %25’in üzerine çıktı; kurda da %5’lik dalgalanma yaşandı (Grafik 2 ve 3).
 
Krize Karşı Kim Önlem Alacak?
Merkez Bankası’nın, “Ekonomide riskler artıyor. Cari açık büyük tehlike. Benim dışımda tüm ekonomi yönetimi bozuk. İMF desteği almadıkça, bu hükümete kimse güvenmemelidir. Böyle giderse kriz çıkar ve bunun sorumlusu hükümettir” tarzında açıklama yapması çok ilginç. Bu tıpkı bir futbolcunun maçtan önce, “Bu takımda bir tek ben doğru dürüst top oynuyorum. Teknik direktöre de güvenmiyorum. Bütün diğer oyuncular benim dediklerimi yapmalı ve bana pas vermeli. Yoksa fark yeriz” demesi gibi bir şey. Dahası, cari açığa karşı önlem alınması gerekiyorsa, bunu yapacak olan da uyarı yapan kurumun ta kendisi. Yıllık faiz dışı fazla hedefinin %94,5’inin ilk 7 ayda gerçekleştiği ve reel faizlerin %13 seviyesinde (yani ABD’dekinin tam 10 katı) olduğu bir ortamda, ekonomi politikasının yeteri kadar sıkı olmadığını iddia etmek mümkün mü? Ama ekonomiyi tek boyutlu algılamaya şartlanmış olanlar için çözüm, hâlâ kemerleri biraz daha sıkmakta.
Ellerindeki kurgu, kağıt üzerinde güçlü görünüyor. Bir ülkenin dış açığı, özel kesimin tasarruflarıyla yatırımı arasındaki açık ile kamu kesimi açığının toplamına eşit. Öyleyse, faiz ödemeleri bir tarafa bırakıldığında geri kalan bütün kamu hizmetleri için, vatandaş başına ayda ancak 85 milyon lira harcayan devlet biraz daha tasarruf yapmalı! Yıllık ortalama 1,2 milyon kişi artan nüfusa istihdam sağlamak için yapılması gereken yatırım harcaması tutarı 57 milyar dolar iken; kapasite kullanım oranlarının %80’leri aştığı 2004 yılı ilk çeyreğinde sadece 9 milyar dolar yatırım yapmış olan özel sektör hız kesmeli! Yüksek reel faiz baskısı altında aşırı değerlenmiş TL’yi gevşetip hedef enflasyona yaklaştırmanın, böylece kurun da normal bir seyir içinde dalgalanmadan yükselmesine izin vermenin hem ödemeler dengesini düzeltmek, hem de ekonomiye yumuşak iniş yaptırmak için en makul çözüm olduğunu bu çevrelere anlatabilmek ise imkansız.

Hükümeti Uyutan Masallar
Ekonomide üç temel fiyat vardır: Mal ve hizmetlerin fiyatı, yerli paranın fiyatı ve yabancı paranın fiyatı. Birinciyi enflasyon, ikinciyi faiz, üçüncüyü kur gösterir. Ekonomiler adeta üç ayaklı sehpalar gibi bu üç fiyat üstünde durur. Bunlar arasındaki denge uzun süreli bozulursa sehpa devrilir, kriz çıkar. Bir bilim olarak ekonominin varlık sebebi de zaten bu dengeyi koruyarak büyümeyi sağlama, istihdamı artırma ve gelir dağılımını dengeli hale getirme ihtiyacıdır. Ne bu fiyatlar birbirinden bağımsızdır, ne de ekonomi politikası hedefleri. Ama bağımsız otoriteler ısrarla bu fiyatlardan ve hedeflerden sadece birer tanesine kilitlenmiş, hayatın ve ekonominin bir bütün olduğunu göz ardı etmiş durumda. Faizdeki ve kurdaki dengesizliğin aslında enflasyonu da kalıcı dengeye getirmeyi imkansızlaştırdığını göremiyorlar. Alfred Marshall’ın analiz kolaylığı sağlamak için geliştirdiği entelektüel zihin jimnastiğini mutlaklaştırıp “diğer bütün değişkenlerin sabit kalacağı” varsayımı ile tek bir noktaya odaklanmış olan ekonomistler, Kasım 2000’de gecelik faizler yüzde binleri aşarken seyretmekle yetinmişlerdi. Zira kazandıkları ekonomik formasyon, insanî deformasyona yol açmıştı. Ünlü Fransız Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’e atfen nakledilen bir söz durumu açıklıyor: “Ekonomi, sadece ekonomistlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.”
Ekonomi biliminin ders kitaplarındaki tanımı; “kıt ekonomik kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların ve arzuların karşılanması arasındaki ilişkiyi ve buna bağlı olarak kaynakların tahsisini inceleyen sosyal disiplin” şeklindedir. Bu tartışmaya açık ve hatta problemli tanımın bile örtük olarak kabul ettiği husus, ekonominin son kertede insanların mutluluğu için var olduğudur. İnsanların mutluluğunu, büyümeyi ve istihdamı öncelik olarak görmeyen politikalar varlık anlamını kaybetmiştir. Dahası, ekonomiyle siyaseti ayırmak gibi bir iddia da bu kavramların tanımı gereği kabul edilemezdir. Zira ekonominin temel sorusu kaynakların nasıl dağıtılacağıdır. Bu, bağımsız bir bilimsel disiplin olarak modern ekonominin ilk dönemlerindeki ‘ekonomi-politik’ çerçevesine daha uygun olarak “kim, neyi, nasıl alacak ve kim fayda sağlayacak?” biçiminde yeniden kurgulanacak olursa, ekonominin toplumdaki güç ve dolayısıyla iktidar ilişkileri ile irtibatı daha açık hale gelir.
Vergi toplama, kamu adına borçlanma, para arzını artırma veya azaltma, faiz ve kurları belirleme veya etkileme ve ekonomik faaliyetlerin yasal çerçevesine karar verme gibi ekonomi politikalarıyla somutlaşan ve insanların hayatı üzerinde belirleyicilik kazanan güç, siyasî meşruiyetten kaynaklanan bir güçtür. İster bir kral, ister parlamenter sistem içinde seçilmiş bir hükümet olsun, ancak siyasî meşruiyeti ve gücü sayesinde ekonomi politikasına hükmedebilir. Küreselleşme çağında dünya ekonomisinin merkez güçlerinin, farklılıkları ortadan kaldırmak için yerel siyasetin ekonomi üzerindeki gücünü tırpanlamaları, aslında ekonomi politikalarının meşruiyetini de yok ediyor. Kamu otoritesini kullanarak bütün halkın hayatını etkileyen kararları alan kurumlar, ‘bağımsız kamu otoritesi’ niteliği kazandıkça hesap sorulabilir olmaktan uzaklaşıyor ve demokratik süreçle dolaylı da olsa irtibatları kalmıyor. Bu bağımsız otoriteler karar alırken, seçimler vasıtasıyla halktan vekalet yetkisi almış olan siyasî iradenin önceliklerini değil; Londra’da yazılan raporlar veya Washington’da oluşturulan konsensüsler çerçevesinde belirlenen, kerameti kendinden menkul öncelikleri dikkate alıyor. Onlar için bağımsızlık, ‘Ankara’dan bağımsız olma’ anlamını taşıyor; Londra’dan veya Washington’dan değil. Ne pahasına olursa olsun taviz vermeden izledikleri ‘kurala göre’ politikalarla insanların hayatı tarumar olurken, onlar sırça köşklerinden ‘rasyonel’ davranamayan ve piyasa dengelerine uyum sağlayamayan halkı, nadir rastlanan bir böceği inceleyen entomologların hissiyatıyla seyretmekle yetiniyorlar.
Halbuki hükümetler kullandıkları vekalet yetkisi dolayısıyla meşru ve toplumsal hesap sorulabilirlik dairesi içinde icraatta bulunurlar. Gücün halktan geldiğini bildikleri için halkın taleplerine, beklentilerine kulak vermek zorundadırlar. Piyasaların istekleri kadar halkın isteklerine de, bağımsız bürokratların uyarıları kadar seçmenin uyarılarına da kulak vermeyen siyasî irade önce meşruiyetini, sonra da iktidarı kaybedebilir. Zira sandığa para değil, oy atılır.

Paylaş Tavsiye Et