Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2003) > Toplum > Biz hiç fakirlik görmedik
Toplum
Biz hiç fakirlik görmedik
Nazife Şişman
BİLİRSİNİZ, yaşlı insanlar aynı hatıraları tekrar tekrar anlatmaktan usanmazlar. Kronolojik bir sıralama yoktur bu hatıralarda. Kim bilir nedir o hatırayı önemli kılan, ya da neden onu hatırlar da bizce daha önemli gibi görünen hayatının bir başka safhası ya da olayı ile ilgili olarak ‘bilmem ki’ der. Anneannemin de, ben beni bileli anlattığı birkaç olay vardır. “Biz hiç açlık, fakirlik görmedik kızım. Ama etrafımızda çok fakir vardı. Yokluktan övelek otlarını bir avuç hamura katıp şipid (kalitesiz bir ekmek) ederlerdi” ya da “Bir gün bizim köyden bir karı kocanın tarlada ağacın dibinde yattığını görmüş Haminnem. Bakmış açlıktan çalışmaya mecalleri yok. Hemen eve gidip iki somun ekmek getirmiş. Eh böyle kızım. Çok açlık çekildi. Ama biz hiç kıtlık, fakirlik çekmedik, Elhamdülillah.” 94 yaşındaki anneannem, hafızasının bohçasından birbiri ile alakasız görünen pek çok kıtlık hikayesi çıkarıp anlatır ve ben çocukluğumdan beri can kulağı ile dinlerim bu hikayeleri.
Ama bu hikayelerin bir kısmını algılayıp, gerisi ile pek bağlantı kurmadığımı fark ettim son günlerde. Daha ziyade ‘biz fakirlik görmedik’ kısmını alıyor; bunu köyün ağasının gelini olmasıyla açıklıyor; zihnimde şaşaalı bir geçmiş kuruyordum anlaşılan. Ne de olsa anneannemin kayın pederi hiç tarlada çalışmamış, babasından kalan tarlaları hizmetkârlara işletmiş medreseli bir hatipti. Onun babası ise civar köylere nam salmış, müstantıklık yapmış bir ağa idi. Bir nesil öncesindeki dedemiz ise ‘Zaim Mehmet Ağa’ adıyla tanınan bir zeamet sahibiydi… Tüm bunlar, ‘biz hiç fakirlik görmedik’ ifadesinin ardından anlatılan başka hayat sahnelerini, bu zihinsel süzgeçten geçirerek algılamama neden olmuş olmalı ki; yeni gelinken arpa hamurundan pide yapıp, nasıl kayınpederinin takdirini kazandığı; otuz Ramazan her gün yavan gözleme ve su ile oruç tuttukları; eltisinin oğlu için kız görmeye giderken arpa ekmeği götürdükleri için kız tarafının ‘Elagil (Ali Ağalar) de arpa ekmeği yiyormuş’ diye şaşırdıkları vs. gibi anlattığı diğer olaylarla ‘biz hiç fakirlik çekmedik’ ifadesinin karşıtlığı gözümden kaçmış olmalı. Bilindiği gibi arpa, genelde hayvan yemi olarak kullanılır ve kıtlık dönemleri hariç insanlar arpa yemezler.
Hayatının belli bir döneminde arpa ekmeği yemiş ve su ile katık etmiş olmasına rağmen, anneannemdeki hiç fakirlik çekmediği kanaatini neyle açıklayabilirdim? İhtiyarlığın yol açtığı bir unutkanlık mıydı bu?
...
Yoksulluk, insanlık tarihi boyunca var olmuş ve açlık sınırına dayandığında, hayatta kalma açısından doğrudan bir tehlike oluşturmuştur. Günümüzde de gelir dağılımı eşitsizliği, kıtlık gibi pek çok nedenle dünyanın yarısından fazlası açlık sınırında. Özellikle Afrika’da yıllardır açlık nedeniyle pek çok kişi hayatını kaybediyor. Geçtiğimiz yıl Haziran ayında Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü’nün (FAO) Dünya Gıda Zirvesi, Roma’da toplandı. Yapılan istatistiklere göre dünyada 800 milyon insan açlık çekiyor.
Türkiye’de de durum, bundan ne eksik ne fazla. Nüfusun %60’ı yoksulluk sınırının altında bir gelirle yaşamak zorunda. Her gün gazetelerde çöpten beslenenlere yenilerinin eklendiğiyle ilgili haberlere rastlıyoruz. Daha geçtiğimiz aylarda bir bebeğin beslenme yetersizliğinden öldüğü haberi yansımıştı gazete ve televizyonlara. Atalarımız “aç mezarı yok” derken, dayanışmanın varolduğu bir toplum yapısını var sayıyorlardı anlaşılan. Oysa bugün aç mezarı olmadığını söyleyemez hiç kimse.
Hayatta kalmayı tehdit edecek derecedeki açlığın, sana göresi, bana göresi olmasa da, fakirlik aslında izafi bir mesele. “Açlıkla tokluğun arası yarım yufka” demiş atalarımız. Karın açlığı için sınır yarım yufka, ama göz açlığına sınır yok. Tabii ki, gelir dağılımı açısından büyük farkların olmadığı, göz açlığını besleyecek unsurların mümkün olduğunca az olduğu durumlarda söz konusudur, yarım yufka ile kendini ‘tok’ sayabilmek. Bir kesimin çöpten ekmek toplayacak kadar aç olduğu, bir kesiminse ancak tüketerek varolabileceğini göstermek istercesine har vurup harman savurduğu bir toplumda, yarım yufkadan bahsetmek, “ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler” diyen Maria Antoinnette’in durumuna düşürür kişiyi.
Yoksulluk izafi bir mesele, çünkü zenginliğe göre belirleniyor. Yoksulluk zenginliğin tezahür ediş şekli nedeniyle de izafi. Bu yüzden yoksulluğun tüketim toplumunda ortaya çıkan bir başka versiyonu da yoksunluk, ki bunun klasik manadaki yoksullukla pek alakası yok. Reklamla özendirilen hayatlara, daha doğrusu tüketim merkezli şekillenen hayat tarzlarına ve modanın değişim hızına ayak uyduramamanın yol açtığı bir yoksunluk hissi bu. Tüketimden geri kalmanın yol açtığı yoksunluk hissinin tatmin edilmesi, hızlı değişim nedeniyle pek mümkün değil. Tüketimin, kişinin kendini gerçekleştirdiği, adeta var kıldığı; kimliğini, hayat tarzını belirlediği yegane alan olduğu tüketim toplumunda, yoksunluk hissi, sistemin işlemesi için özellikle beslenmesi gereken bir duygudur.
Çağımızda yaygın olan yoksunluk hissini besleyen en önemli unsur, zenginliğin görselleşmesi ve adeta seyirlik bir malzeme haline gelmesidir. ‘Tele-vole hayatlar’, mütevazı insanların sıradan hayatlarına tecavüz ederek, onların kanaat dengesini ve daha da önemlisi şahsiyetlerini tahrip etmektedir. Zira modern kimlik, cinsellik, güzellik ve tüketim ekseninde bir yapılanmaya sahip olduğu için, tüketim çarkına ayak uyduramamak, doğrudan doğruya negatif kişilik algısı şeklinde bir muhtevaya bürünebilmektedir. Çocuğuna bir paket cips bile alamadığı için intihar eden baba, bu algının ifrat noktasını gözler önüne seren patolojik bir örnektir. Tüketim toplumu, kitlelere tükettiği nesneler dolayımından bir kimlik sunduğu için, fakirle zengin arasındaki fark, sadece ‘yufka’, yani yiyecek miktarı düzeyinden ele alınacak bir mesele değil artık.
Bu değerlendirmeler çerçevesinde ele aldığımızda, anneannemin ‘fakirlik çekmedik’ ifadesinde somutlaşan tavrını, moda tabirle nasıl ‘okuyabiliriz’? Öncelikle dayanışmanın varlığı ve kendinden daha zor durumda olanları bizzat görme, haline şükretmeye neden olmakta ve fakirlikle araya çizilen sınır, ince olduğu ölçüde anlaşılabilir ve aşılabilir bir nitelik kazanmaktadır. Sınır, hem hayat tarzı açısından zenginle fakir arasında çok büyük farkların olmaması anlamında, hem de mekansal olarak zenginle fakirin iç içe, bir arada yaşaması anlamında incedir.
Başka bir ifadeyle, anneannemin yaşadığı toplum yapısında, zenginliğin tezahür ediş tarzı, yoksunluk hissini beslemek yerine, kendini zenginle bir saymaya neden olmaktadır. Mega kentlerdeki gibi zenginle fakir arasında hem mekansal, hem de tüketim kalıpları açısından bir uçurumun olmadığı; nihayetinde ekmeğine katık bulabilen, yanında çalıştırdığı hizmetkarların karnını doyuracak imkana sahip bir zenginle, karnını doyuracak ekmeği bir komşusundan ödünç alan ya da bir hayırseverin himmetine muhtaç olan bir fakirden bahsediyoruz.
Nihaî manada, kanâat gibi zenginlik yok, biliyoruz. Ama, ancak kanâati teşvik eden, kanâatkârları taciz etmeyen bir ortamda mümkün, bu zenginlik hissini yaşayabilmek. Bazılarının açgözlülüğü yüzünden, diğerlerinin yarım yufkaya bile muhtaç hale gelmesi, insanlık için vahim bir durum. İnsan aç gözlü yaratılmıştır der klasik dinî kaynaklar. Bir vadi dolu malı olsa, ikincisini ister. Ama aç gözlülüğünü sınırlayabildiği, kendinde olanı bir emanet bilip ihtiyaç sahiplerine ulaştırdığı, Yunus’un ifadesiyle ‘yaprağı dertli için derman olan, gölgesinde çok kademler işlenen’ ağaç misali bir kimse olduğu oranda insandır, insan.

Paylaş Tavsiye Et