Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2003) > Dünya Siyaset > Almanya filmin sonunu bekliyor
Dünya Siyaset
Almanya filmin sonunu bekliyor
Haşim Koç
ABD’NİN II. Dünya Savaşı sonrası bizzat önderlik ederek oluşturduğu BM ve NATO gibi uluslararası organizasyonları işlevsizleştirme pahasına gerçekleştirdiği II. Körfez Saldırısı Kıta Avrupa’sından tepki görünce, artık dünyanın yeniden iki kutuplu olduğu yorumları yapılmıştı. “Yaşlı Avrupa”nın sözcüsü konumundaki Almanya-Fransa ikilisinin, başta Irak olmak üzere, küresel politikalarda ABD’ye meydan okumaları ABD-Avrupa ilişkilerini kopma noktasına getirmişti. Hatta, Almanya ve Fransa’nın Avrupa’yı temsil etmediğini ilan etmekten çekinmeyen Amerika Savunma Bakanı Rumsfeld, Avrupa’nın bir bütün olarak değerlendirildiğinde etki alanının doğuya kaydığını söyleyerek, AB’ye yeni katılan doğu bloku ülkelerine göz kırpmıştı.
Bütün bu diplomatik manevralara Alman-Fransız cephesinden aydınlar, siyasîler ve gazeteciler tarafından çeşitli cevaplar verildi. Örneğin; Almanya Parlamentosu Dışişleri Komisyonu Başkanı Volker Rühe, “Rumsfeld gerçek bir diplomat değil; bu, akıllıca yapılmamış bir açıklama” derken, Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’la ortak açıklama yapan Şansölye Gerhard Schröder, “Savaş hiçbir zaman kaçınılmaz olmamalı. Biz savaşın meşrulaştırılmasına onay veremeyeceğimizi açıkladık” ifadesini kullanmış; araya giren Chirac, “Bu söylenen ortak dış politikadır” diye tamamlamıştı. Fakat Almanya-ABD gerginliğini doruk noktasına çıkaran en cesur suçlama, 2002 sonbaharındaki seçimlerden hemen önce Sosyal Demokrat-Yeşiller koalisyonunun Adalet bakanı Herta Daubler-Gmelin’den geldi. ABD Başkanı Bush ve Nazi Führer Hitler’in yöntemleri arasında benzerlik kuracak kadar ileri giden Bakan, Sosyal Demokrat-Yeşiller koalisyonunun zaferle çıktığı seçimler sonrası kabineye giremedi. Yine de, bu çıkışın seçim atmosferindeki Alman kamuoyunda Schröder’in hükümetine olan sempatiyi arttırdığı da bir gerçektir.
Peki zaman zaman bu tür cesur çıkışlarla takviye edilen Amerikan karşıtı kararlı politikalar bu gün gelinen noktada Almanlar tarafından nasıl yorumlanıyor? Aynı çizgide bulunan pek çok ülkede olduğu gibi, Almanya’da da Irak’ın çabuk teslim olmasından kaynaklanan bir şaşkınlık, hatta hayal kırıklığı yaşandığı söylenebilir. Baştaki bu şaşkınlığı üzerinden atan Almanların önünde şimdi, tıpkı Fransa, Türkiye ve Rusya’nın yapmaya çalıştığı gibi, yapılacak bir iş var: Orta Doğu pastasını İngiltere ve İsrail’le paylaşmak üzere olan ABD’nin gönlünü almak. Her ne kadar aksini düşünenler bulunsa da, Alman kamuoyundaki genel eğilim; Orta Doğu’da yoğunlaşan küresel hesapların dışında kalmamak şeklinde özetlenebilir. Fransa Evian’daki G-8 Zirvesinde, biraz da ev sahibi olmanın avantajlarını kullanarak, Bush ve Chirac görüşmesiyle, pek tatmin edici olmasa bile, bunu bir ölçüde başardı. Ancak tarihi ilişkilerden gelen tecrübeler (I. ve II. Dünya Savaşları, Almanya’nın anti-semitik geçmişi gibi) ve Almanya’nın Amerika-İngiltere-İsrail karşısında Fransa’ya göre daha etkili bir küresel aktör olabilme niteliği taşıması göz önünde bulundurulduğunda, “gönül alma” işinin Almanlar açısından bu kadar kolay olmayacağı anlaşılıyor. Nitekim, Evian zirvesi öncesi Berlin’e gelen ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Schröder ile yaptığı yarım saatlik kısa görüşme üzerine Süddeutsche Zeitung gazetesinde çıkan haber de bu zorluğa işaret eder gibiydi: “ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’la yaptığı görüşmede Başbakan Schröder, Irak’a karşı yaptırımların kaldırılması noktasında, Almanya’nın onayının ilk sinyallerini verdi ve Afganistan’daki Alman katılımının artması noktasındaki hazırlıklarını hissettirdi. Buna karşın Powell da, Irak’ın yeniden inşası esnasında Alman yardımından memnun kalacağını, fakat Amerikan Başkanı Bush ile Schröder arasında bir görüşmenin Evian’daki G-8 zirvesinde de gerçekleşmeyeceğini ifade etti.”
Görüldüğü gibi, BM Barış Gücü askerleri için ne denli tehlikeli bir bölge olduğu son günlerde iyice anlaşılan Afganistan’da, birliklerinin sayısını artırma jesti(!) yapmaya kadar giden Şansölye Schröder, karşılığında ABD Dışişleri Bakanı’ndan, “Irak’ın yeniden inşâsına katılımdan duyulacak bir memnuniyet” dışında pek bir şey koparamıyor. Zaten, Powell’ın belirttiği gibi Evian’da Bush-Schröder görüşmesi gerçekleşmedi. Üstelik, Amerikan Hükümeti 50 yıldan beri Almanya’da konuşlandırdığı 70 bin askeri geri çekerek Kafkasya ve Afrika’da oluşturacağı üslere yerleştirme kararı aldı. Böylece Irak saldırısından önce “yaşlı” Avrupa’yı, kuzeyde muhalif Almanya-Fransa önderliğindeki cephe ve bunların karşısında batıda İngiltere, doğuda eski demir perde ülkeleri ve güneyde İtalya-İspanya’nın başını çektiği Akdeniz Bloku şeklinde dilimlere ayıran Amerika, acaba birisine iltifat edip diğerine pek yüz vermeyerek Alman-Fransız ittifakını da mı dağıtmak istiyordu? Bu şimdilik, daha çok Fransa’nın tutumuna bağlı bir durum olarak gözükse de, savaştan sonra AB içinde derinleşen çatlaklarla ve Orta Doğu’da tehlikeye giren çıkarlarıyla baş başa kalan Almanya’nın Fransa’ya göre daha fazla zarara uğradığı söylenebilir.
1870’de birliğini sağlayıp sömürge yarışında geç kalışını telafi etmek için “Demir yumruklu” Şansölye Otto Van Bismarck’la işe koyulan Almanlar, bir yandan Osmanlı İmparatorluğu’na yaklaşmayı, öte yandan İngiliz ve Fransızların tenezzül etmediği Afrika’nın orta bölgelerine yerleşmeyi temel politika olarak benimsemişlerdi. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı sayesinde bölgede ağırlık kazanan Almanya, Osmanlı’nın yıkılışıyla savaş sonrası dönemde bölgeden koptu. II. Dünya Savaşında da Hitler’in 7 B planının başarısızlığa uğramasında bölge içinden bir müttefikin bulunmaması önemli rol oynadı. Bugün de Almanya için aynı sıkıntı söz konusu. Almanların Türkiye’deki azınlıklar ve Kürt sorunlarıyla yoğun biçimde ilgilenmeleri ve Orta Doğu’da ABD karşıtı bölgesel güçlerle yakınlaşma çabaları bir anlamda bu sıkıntının giderilmesi amacını taşıyor.
Alman basınına göz atıldığında dış politikada en çok Filistin-İsrail çatışması, Kuzey Irak’taki Kürtlerin durumu, PKK ve KADEK örgütleri, Türkiye’deki azınlıkların ve Kürtlerin dil, eğitim, özgürlük vb. sorunları, Kıbrıs barış görüşmelerinin akıbeti gibi konuların gündemi işgal ettiği görülüyor. Son günlerde ise, ABD’nin tehdidi altına giren İran ve Suriye aynı şekilde artan bir ilgiye mazhar oluyor.
Alman basını, Amerikan Başkanının İsrail ve Filistin taraflarını uzlaşma için zorladığını ileri sürüyor, Bush’un Mısır ve Ürdün görüşmelerindeki tavrını, Amerika’nın ikna gücünün etkileyici bir gösterisi olarak niteliyor ve bu zorlayıcı barış politikasını “Teksas Usûlü” olarak tanımlıyordu. Irak’taki Şii güçlerin silahtan arındırılması, İran’ın etkisi, Amerikan işgalinin yakında sona ermesi umudu ve Irak’ta kurulacak yeni yönetim konuları diğer gündem maddeleriydi. Yorumlarda Amerika’nın Irak’taki yeniden yapılanmada muhtemel İran etkisinden çekindiği belirtiliyor. Alman basını İran Dışişleri Bakanı Kemal Harrazi’nin görüşlerine yer vererek konuyu dolaylı yoldan da ele aldı. Harrazi; ABD’nin İran’a yönelik tehditlerini, Irak’taki gerçeklerin kendi arzularıyla uyuşmadığını gören Amerikalıların bunu örtbas etmek için suçlu arama çabaları olarak yorumluyor. Orta Doğu’nun nükleer silahlardan arındırılması gerektiğini savunan Harrazi, Amerika’nın bütün politikasının İran’ı günah keçisi haline getirmekten ibaret olduğu sözleriyle konuşmasını bitiriyor.
ABD’nin 11 Eylül sonrası uygulamaya koyduğu güvenlik eksenli saldırgan stratejinin dolaylı sonuçlarından etkilenen Almanya, bir yandan AB’nin bütünlüğünü muhafaza etmeye çalışırken, diğer yandan da Orta Doğu’da ve dünyanın diğer bölgelerinde, aynı küresel stratejinin mağduru ülkelere yakınlık göstermeyi ihmal etmiyor. Bununla birlikte, küresel çıkarların Amerika karşısında korunması, özellikle bu ülkenin kesin zafer kazandığı durumlarda, galip tarafla iyi geçinmeyi zorunlu kılabiliyor. Almanya, gerçekte büyük oynamak isteyen, fakat şimdilik gücü buna yetmeyen bir aktör görünümünde. Yani Almanlar sabırla filmin sonunu bekliyor.

Paylaş Tavsiye Et