Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2004) > Dosya > 11 Eylül sonrası Amerika nereye gidiyor?
Dosya
11 Eylül sonrası Amerika nereye gidiyor?
Fred Dallmayr
Çeviri: Cihat Arınç
 
İNSANA ilişkin büyük felaketler, belirli bir zaman ve mekanda meydana gelir. 11 Eylül saldırılarının hedefleri göz önünde tutulursa, onun etkilerinin -tüm dünyadan sağanak halinde yağan iyi dilek ve “acınızı paylaşıyoruz” mesajlarına rağmen- ABD içerisinde çok daha keskin ve acıklı bir şekilde hissedildiği görülür. Bu nefret uyandırıcı olayın hemen akabinde verilen tepki, üzüntü ve öfkeyle karışıktı. Ancak bu hissiyatın etrafa yayılması sırasında, derin bir şaşkınlık ve hayret iyiden iyiye kendini gösteriyordu. Böylesi bir felaket, -her yerden uzakta bulunan burada, Amerika’da- nasıl meydana gelebilirdi ki? Öyle ya; bizler, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ve rakip bir süper gücün ortadan kalkmasıyla beraber, artık insanların birbirleriyle uyum içerisinde geçindiği ve barışın hakim olduğu bir dünyada yaşamıyor muyduk? Böylece 11 Eylül, dünyanın geri kalanından çok daha muhtemel bir biçimde Amerika’yı, daha önce çekip alınmış yahut bastırılmış bir şeyi (yani, acımasız bir biçimde küreselleşen bir dünyanın ortasındaki ülkenin “savunmasızlığını”) açığa çıkararak, adeta bir gök gürlemesi gibi vurdu. Işığı pek parlak olmasa da, pek çok Amerikalının üzerine doğan bu yeni gün onları derin uykularından uyandırarak, Amerikalıların artık küreselleşmenin kapıya dayandığı, küremizin sınırlı bir yer olduğu ve Amerika’nın da bu sınırlı dünyanın bir parçası olduğu gerçeğini fark etmelerini sağladı.
Arada sırada vuku bulan çatışmaları saymazsak, Amerika 20’nci yüzyıla değin büyük dış savaşlara sürüklenmiş değildir ve sonrasında da yalnızca bir büyük provokasyona karşılık vermiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerika’yı kapana kıstırmak üzere gerçekleştirilen Pearl Harbor şoku, ABD’yi diğer ülkelere karşı izolasyoncu bir tavra itti. Sonradan Soğuk Savaş esnasında ABD’nin karşısına dikilen “demir perde”, düşman olarak algılanan dış (ve “Amerikalı olmayan”) dünyadan bulaşabilecek her türlü “hastalığa” muhalefet ederek günden güne genişlemekte olan bir Batılı yarımküreye -moda tabirle “özgür dünya”ya- karşı bir kalkan görevi gördü. Soğuk Savaş’tan sonra bütün dünyayı çınlatan Amerikan liberalizminin (özellikle piyasa liberalizminin) zafer çığlıkları, yeni ve daha da verimli bir çeşit “bulaşıcı hastalık” vadetti: Liberal piyasa ilkeleriyle bağdaşmayan, yahut ona boyun eğmeyen her türlü hayat tarzını nihayetinde izini dahi bırakmaksızın silip yok eden bir bulaşıcı hastalık. İşte bu nedenle, Batılılaştırma veya “Amerikanlaştırma” şeklinde süregelen küreselleşme, Batı ve Batı-dışı (Amerikalılar ve Amerikalı olmayanlar) arasına bir perde çekmek ve böylece küresel himaye altında izolasyonculuğu/istisnacılığı yeniden kurmak suretiyle alışılmadık ve paradoksal bir etkiye sahiptir.
Bu paradoksun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu görmek için biraz kavrayış gerekir. 11 Eylül’den yaklaşık on yıl önce, önde gelen bir uluslararası ilişkiler uzmanı ufukta bir “medeniyetler çatışması”, özellikle de (onun deyimiyle) “Batı ve geriye kalanlar” (the West and the rest) arasında bir çatışma belirdiği hususunda uyarmıştı. Uzmanlık gerektirmeksizin, geçtiğimiz yıllarda dünyanın “geriye kalan” (rest) yerlerini dolaşan bir seyyah da pekala tırmanan düş kırıklığı ve umutsuzluğun körüklediği apaçık tehlikeleri sezebilirdi. Şunun altını iyice çizmek gerekir ki, bu şartların varlığını kabul etmek, asla 11 Eylül zulmünü mazur göstermek veya haklılaştırmak anlamını taşımaz; halbuki söz konusu şartları görmezden gelmek, besbelli haksızlığın daniskasıdır. 11 Eylül saldırılarının hemen ardından bazı gözlemciler, temelde yatan nedenlere ya da ani çöküşün “sebeplerine” işaret ettiler; fakat sonradan böylesi göndermeler ya etkisini yitirdi, yahut da “terörizmle savaş” tarafından oyun dışı bırakıldı. Notre Dame Üniversitesi’nde (13 Eylül’de) geniş bir dinleyici kitlesine hitap eden İngiliz Lordlar Kamarası üyesi Barones Shirley Williams, dinleyicilerini “yalnızca misillemede bulunmayı düşünmeyerek” asıl zor olan “terörizmin kaynaklarının nasıl ele alınabileceği” sorusuyla yüzleşmeye zorladı. Williams, dünya nüfusunun %20’lik en fakir kısmının gelirinin %10’luk en zengin kısmının gelirinin altmışta biri olduğu gerçeğiyle gözler önüne serilen dünyamızdaki “aşırı eşitsizlikleri”, söz konusu kaynaklar arasında sıraladı. Bayan Williams’ın tanımı, Dünya Bankası tarafından yayımlanan 2000 yılı Dünya Gelişme Raporu’nda göze çarpan rakamlarla da desteklenebilirdi ki, rapora göre bugün en zengin yirmi ülkenin ortalama geliri, en fakir yirminin ortalamasının tam tamına 37 katı; bu da, geçen 40 yıl içerisinde iki uç arasındaki açığın ikiye katlandığı anlamını taşıyor.
 
Ne Çeşit Bir Müslüman Siyaseti?
11 Eylül saldırıları, basitçe bir Amerikan meselesi değildir; o nedenle bu saldırılar, daha ziyade Müslümanların yaşadığı bölgeleri de (dâr’ül-İslam’ı, yani İslam medeniyet dünyasını) içine alarak bütün dünyayı sarsan dalgalar yaymıştır. Aslında denilebilir ki, bu ani çöküşün etkileri, Amerika dışındaki hiçbir yerde İslam toplumlarında olduğu kadar yoğun hissedilmedi; bir başka deyişle hiçbir yerde, acı dolu ve canhıraş bir nefis muhasebesi, aşk ve şevkle yaşatmaya çalıştığı modernite öncesi gelenekleri ile gerçekler ve modernleşmenin dayatmaları arasında sıkışıp kalmış bulunan İslam toplumlarında olduğundan daha fazla yükselişe geçmedi. Daha önce de işaret edildiği üzere, eğer 11 Eylül, Amerika için (dünyadaki yeri bakımından) bir uyanış çağrısı idiyse, o gün aynı şekilde Müslümanlar için de hızla değişen bir küresel çevre içerisindeki rolleri bakımından bir uyanış çağrısıydı. Yine söz konusu gün, -tıpkı kısa süreli bir irkilme gibi- ansızın Yakın Doğu ve ötesindeki puslu manzaraya bambaşka bir şekilde halkın ilgisini celp etti: İç karışıklığa ve derin bir hengameye yakayı kaptırmış bir dünyanın açığa vurulması. Bu açığa vuruş, bir meydan okumayı doğurdu ve Yakın Doğu’da yaşayanlar başta olmak üzere bütün Müslümanlar için bir ders oldu: Dâr’ül-İslam’ın yeniden tasavvur ve inşa edilmesini temel alan bir meydan okumaya karşılık alınan ders ise, bunun yolunun terörizm olmadığı idi.
Şartları göz önünde tutunca, terörizmin kınanması -beklenildiği üzere- en çok Amerika’da (ve Batı’da) seslendirildi. Fakat kınama, katiyen coğrafî olarak sınır tanımadı ve birkaç cılız ses dışında, tüm dünyadaki Müslümanlar da anti-terörist beyanat korosuna iştirak ettiler. Mısır’daki, İran’daki ve Orta Doğu’nun diğer yerlerindeki ileri gelen Müslüman ruhanî önderler, 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirenleri İslam dinine uygun düşmeyen ve aslında akla yatkın hiçbir ahlak kuralıyla da örtüşmeyen davranışlar sergileyip küstahlık etmekle itham ettiler ve saldırıları alenen sert bir dille kınadılar. Yüksek mertebelere erişmiş ruhanî önderlerin ifadeleri, kısa zamanda devlet adamları ve siyasetçiler arasında da yankı uyandırdı ve onlar tarafından da tekrarlandı.
Elbette ki, Hıristiyanlık ve Hinduizm’de olduğu gibi salt dinî terimler düzeyinde, İslam asla terörist bir öğreti olarak tanımlanamaz. Sorun şu ki; -kendi içerisinde barış mesajı taşımakla birlikte- bugün yaygın bir biçimde İslamcı fundamentalistler ve teröristler tarafından harekete geçirici bir güç olarak kullanılmak istenen, İslam dininin ta kendisidir. Burada, Amerika ile İslam dünyası arasındaki basit bir fark ya da asimetri öne çıkıyor -hoşgörüsüz bir siyasal uçakta yer alan bir fark. Amerikan ya da Batı zaviyesinden bakıldığında, terörizmle savaş -bilhassa Afganistan’daki savaş- hiçbir zaman Hıristiyanlığın İslam’a karşı savaşı gibisinden dinî bir harekat olarak tasvir edilmedi (ki edildiyse bile, bu çok nadirdir). Bunun nedeni, dinin artık Batı’da siyasal olarak harekete geçiren bir güç olmaktan bütünüyle çıkmış olmasıdır; en azından Westphalia Barışı’ndan (1648) bu yana uluslararası siyaset, ulusal çıkar (raison d’etat) ve ulusal güvenlik temelinde yürütülmektedir ki bunlar, dinden (ve kimi zaman da ahlaktan) oldukça uzak muharriklerdir. Meseleyi daha farklı bir biçimde ifade etmek gerekirse, Batı’da siyaset basitçe söylendikte “sekülerleştirilmiştir”; uluslararası ilişkilerde, ulusçuluk ve ulusal çıkar, harekete geçirici siyasal vasıtalar olarak ekseriyetle yeterlidir. Peki İslam dünyasında siyasal vasıtanın karakteri nedir? Varlığını sürdürebilir siyasal -ve barışçı- bir dâr’ül-İslam inşa etmek üzere teşebbüste bulunan Müslümanlar, acaba ne gibi kaynaklardan yararlanabilirler? İşte burada 11 Eylül, dinlerinin siyasal olarak kullanımı yahut suiistimalinin dışında, Müslümanlar arasında yapıcı bir siyasî vizyonun bulunmadığını, göze batan bir siyasal “hesap açığı” olarak gözler önüne sermiştir.
Özetle, bu inşa; meydan okuma ve 11 Eylül saldırıları tarafından Müslümanlara verilen derstir. İslam tarihinin dert ve sıkıntıları ile günümüzde Müslüman toplumları bölen derin uçurumlar göz önüne alındığında, kalıcı bir siyasal düzen inşa etmek hiç kuşkusuz ki zorlu bir iştir. Yolunda Gitmeyen Neydi? başlıklı yeni kitabında Orta Doğu uzmanı Bernard Lewis, (bütünüyle olmamakla birlikte) çoğunlukla suçu Müslümanların üzerine atmak suretiyle günümüzdeki bu sıkıntının tarihî kaynaklarını keşfetmiştir: Buna göre, söz konusu sıkıntının kökeninde Müslümanların bilhassa Rönesans ve Aydınlanma’dan paldır küldür sanayileşmeye ve enformasyon çağına koşan modern Avrupa’ya katılmaktaki gönülsüzlük ya da beceriksizlikleri yatmaktadır. Özünde hakikati barındırmakla beraber pek muhtemeldir ki, Lewis’in İslam dünyasına dair çizdiği bu tablo haddi aşan bir yapıya sahiptir. Adaletli olmak gerekirse, yıkıcı Moğol istilalarından sömürgecilik ve emperyalizme varıncaya dek tarihsel olarak Müslüman dünyanın başına gelmiş olan felaketler görmezden gelinebilir mi? Peki ya Hindistan’daki Moğol egemenliğinin sömürgeci İngiliz yayılımı tarafından devre dışı bırakılması, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun müttefik kuvvetler tarafından parçalanması ve bu kuvvetlerin sonunda “Münbit Hilal”i kendi aralarında (Cemiyet-i Akvam “mandaları” olarak) parsellemeleri, basitçe unutulup geçilecek cinsten şeyler midir? Yine aynı güçlerin Müslüman dünya içerisine yeni bir ulus-devlet aşıladığını ve sonra da birçok yoldan o dünyanın işlerine müdahalede bulunduğunu unutmak mümkün müdür? Demokratik himaye altında -demokrasinin rızaya dayalı olmasının gereğine uygun biçimde- bütün bu yapılanlar, söz konusu bölgedeki yönetilenlerin istişaresine sunularak ve onların rızasıyla onaylanarak gerçekleşmeli değil miydi? Bütün bu arka plana karşıt bir şekilde, sorunlarının pek çoğundan ötürü Müslümanları suçlarken ve onlara basit bir dille “yakınmayı ve kurbanlığı bırakmaları” tavsiyesinde bulunurken, Lewis biraz katı ve duygusuz görünüyor.
Müslümanların -(insanî özgürlükler ve hukukun üstünlüğü gibi) demokrasinin dayandığı temel noktalara saygı göstermek şartıyla- kendilerine has demokratik bir yönetim biçimi tasarlayamamaları için hiçbir neden yoktur. Sözgelimi, eğer din -yönetmek üzere iktidarın ve denetimin dizginlerini ele geçirmenin yollarını aramaksızın- gündelik hayat ve sivil toplum içerisinde neşvünema bulursa, o vakit bu temel dayanak noktaları korunabilir. Yine, inşa vazifesi -bağımsız dünyamızda, yalnızca onların omuzlarında olamayacağına ve olmasının da gerekmemesine karşın- her şeyden önce Müslümanların sorumluluğudur. Amerika ve Batı, doğrudan teşvik edip yüreklendirmek ve zararlı icraatları önlemek suretiyle bu inşada bir noktaya kadar Müslümanlara yardımcı olabilir ve olmalıdır da. Daha açık bir ifadeyle; Batılı güçler ve müttefikleri, adaletsizliği ve baskıyı Müslüman halklara zorla kabul ettirmeye çalışarak söz konusu yardım ve desteği sağlamış olmazlar, ki böylesi beyhude bir davranış, sadece şiddetin yükselişini tetikleyerek aşırılık yanlılarının ve teröristlerin elini güçlendirir. Öyle veya böyle, bir şekilde şiddet çemberinin kırılması gerekir ve bu, tartışmada daha güçlü bir konumda bulunan hizbin yapabileceği ve yapması gereken bir şeydir (ki ahlakî kılavuzluğu üstlenmek için de böylesi daha münasiptir). El birliğiyle yürütülen bu tür bir çaba sayesinde, dâr’ül-İslam yeniden kurulabilecek ve toplum tarafından dışlanmış yahut tecrit edilmiş bir konumdan kurtularak, küresel cemaatin değerli bir mensubu olacaktır.
 
Ne Çeşit Bir Küresel Düzen?
Uluslararası arena, pek çok yönden medeniyetler arası “çatışma” ve “diyalog” arasında havada asılı kalmıştır. Bir başka ifadeyle ve daha bildik bir terminolojiyle söylemek gerekirse, söz konusu arena uluslar-arasıcılık (inter-nationalism) ve ulus-ötesicilik (trans-nationalism) -yani geleneksel devletler arası siyaset ile (muhtemelen hegemonik bir süper gücün rehberliğinde) yeni yeni ortaya çıkan ulus-ötesi yahut küresel siyaset- arasında sıkışıp kalmıştır. Bu durum, tarihî emsallerden ve belirgin temellerden yoksun olunması sebebiyle riskli ve tehlikeli bir durumdur. Ulus-devlet siyasetinin yakın gelecekte ortadan kalkacağına dair son zamanlarda uzmanlar ve uzman olmayanlar tarafından benzer şekilde pek çok iddia dile getirilmiştir; ancak alternatif bir yol da ne yazık ki gün gibi aşikar olmaktan pek uzaktır. Vaziyetin tehlikeleri, saldırı kurallarına ilişkin belirsizlikler sebebiyle bilhassa savaş yahut askerî çatışma anında ortaya çıkmaktadır. Geleneksel devletler arası savaş çok hazin ve yıkıcı olmasına rağmen, hiç değilse onun çerçevesi, savaşın başlangıcı ve idaresini yönlendirmek üzere nispeten isabetle konulmuş bulunan kurallar tarafından belirlenmiştir. Halbuki bu şekilde konulmuş kurallardan hiçbirisi, bir ulus-devlet yahut yeni yeni kurulmakta olan kozmopolit bir şehir (cosmopolis) içerisinde meydana gelecek bir iç savaş durumunda iş görmeyecektir. Tarihî tecrübelerimiz, bize iç savaşların vahşet ve acımasızlıkla öne çıkma eğiliminde olduğunu öğretir; zira savaşçılar ne iç, ne de uluslararası kurallar ve normlar tarafından korunmaktadırlar.
Çağdaş uluslararası siyasetin ihtiva ettiği tehlikeler, 11 Eylül ve kötü sonuçları tarafından gün yüzüne çıkarılmıştır: Sözde “terörizmle savaş.” Başlangıcından beri bu savaş, abesle iştigalin ta kendisiydi. İlk saldırılar, bir devlet tarafından değil; hususî bir “cenk beyi” (war lord) ve takipçileri tarafından başlatıldı. Amerikan tarafı karşılık vermekte fazla gecikmedi; ancak bu karşılık bir o kadar da çelişkileri haizdi. Basılı ve görsel medyada, “terörizmle savaş” ya da “Amerika’nın yeni savaşı” retoriğinde açıkça görüldüğü üzere, saldırıya verilen cevap sert bir şekilde bir “savaş” olarak ilan edildi. İyi ama kime karşı bir savaş? Bir halk rejimine yahut devlete (sözgelimi, Afganistan ve sonra da Irak) karşı bir savaş mı? O halde normal savaş kuralları uygulandı. Yahut da acaba bu, hususî haydut ya da terörist gruplara karşı askerî bir harekat mıydı? Bu durumda ne uluslararası normlar, ne de (Amerika ya da Afganistan’ın) iç hukuk kurallarına müracaat edilebildiği için, söz konusu harekat yasal boşlukta asılı duruyordu. Bu durumun tehlikeleri, askerî harekatın ileriki aşamalarında çok sayıda Taliban ve diğer düşman savaşçılar esir alındığı vakit gözler önüne serildi. Harekatın “savaş” olarak tanımlanması göz önünde tutulursa, gayet tabiî bir şekilde savaş sırasında yakalanan savaşçıların uluslararası teamülleri gözeterek “savaş mahkumu” unvanını taşıyacağı beklenebilirdi. Ancak ne zaman ki ABD aniden “alıkonanlar” (detainees) tabirini tercih etti, o vakit bütün bu olanlardan sonra görüldü ki söz konusu şey bir “savaş” değildi; daha ziyade küresel polislik davası ya da (küresel iç savaşa yakın) küresel “iç” çatışma gibi bir şeydi. İyi ama böylesi bir harekete karşı yetki kullanmak ya da onu hizaya getirmek için, geçerli kurallar var mıdır ki?
Bu itibarla, 11 Eylül küresel bir siyasî “hesap açığı”nı gözler önüne sermiştir; ki o hesap açığı, ulus-ötesicilik ile uluslar-arasıcılık olarak tespit edebileceğimiz veya ortaya çıkan küreselleşme ile geleneksel ulus-devlet sistemi diye tanımlayabileceğimiz iki uç arasında arabuluculuk yapan yahut köprü vazifesi gören normlardan ve kurumlardan yoksun bulunduğumuz gerçeğidir. Burada pek büyük bir küresel ders gözüküyor: İşte o ders, söz konusu yasal boşlukta dolaylı olarak kendisini gösteren tehlikeleri önlemek üzere, varlığını sürdürebilir kurumlar ve tek taraflı olmayan uzlaşmacı gelenekler inşa etmenin gerekliliğidir. Bu türden arabulucu kurumlar, -günümüzde az sayıda mevcut olan- bölgesel ya da işlevsel tipte olabilir; ancak demokratik potansiyeli (bulunduğu yerdeki insanlara yakınlığı) ve (sahip olan kimseyi yozlaştıran) mutlak ya da tek taraflı siyasal gücü dizginleme temayülü sebebiyle bölgeselciliğin hususî birtakım avantajları vardır. Tarih, bizlere iktidarın hüsnükuruntuyu barındırmadığını öğretir; bilakis o, “güçler ayrılığı” doktrininde ve eski Avrupa’nın “güçler dengesi” tecrübesinde uygulanma fırsatı bulan bir kavrayışın eseri olan tek taraflı müesseselerin meydana getirdiği bir takımyıldızdır. Bugün, bölgesel bir kurum işlevi gören geleceği parlak bir örnek, Avrupa Birliği’dir; daha yeni ve deneyimsiz sayılabilecek örnekler ise, Güney Asya’da ve Uzak Doğu’da mevcuttur. Dâr’ül-İslam’ı yeniden inşa etme ve tasarlama gayretleri esnasında, çatışmacı ve kavgacı maksatlarla değil; (birlik içindeki farklılıkları koruyarak) barışçı bir bölgesel idare sistemini yeşertebilmek için Müslümanlar Avrupa Birliği’nden bazı ipuçları alabilirler. İstikrarlı ve hoşgörülü bir İslam milleti içerisinde, terörizm tehlikesi azalacak ve iç mekanizmalar vasıtasıyla kontrol altına alınabilecektir. Görüldüğü üzere, bu yapılacak olan çok büyük bir iştir; ancak diğer seçenek de terörizmin bataklığı ve yol açtığı “savaş”lardan başkası değildir. Mesele, iyimserlik ve kötümserlikten birisi değildir; daha çok etkin mücadelelerden biridir. Ben, Immanuel Kant’ın “ebedî barış” vizyonunda mündemiç olan o vaatten vazgeçmeye hiç niyetli değilim; velev ki bu etkin mücadele yöntemlerinden birini seçmek suretiyle, iğne ile kuyu kazar gibi bu hedefe küçük adımlarla yaklaşacak olsak dahi!

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Fred Dallmayr