Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (July 2004) > Topluyorum > İslam Dünyası
Topluyorum
İslam Dünyası

 

Arkadaşlar, bu ay gündemimize, bir yönüyle geçen ayki tartışmamızın da devamı sayılabilecek bir konuyu aldık. Geçen ay “Dünya Düzeni”ni tartıştık, bu ay “İslam dünyası”nı tartışacağız.
Çok spekülatif bir konu seçmişsiniz.
Peki hangi düzlemde ve bağlamda tartışacağız konuyu? Coğrafyalara göre mi? Mesela Uzakdoğu Müslümanları, Rusya Müslümanları diye…
Sen asıl klasik sorunu sorsana.
Her ay “tamam, bu sefer bir tarihî irtibat kurulamayacak” diye soruyorum, her seferinde bir şey bulup çıkarıyorsunuz nasıl olsa. Ben sormayacağım, “ayın gündeminin ayın tarihi ile irtibatı var mı?” diye.
Her ikisine de cevap vereyim. Birincisi; İslam dünyasını ayrı ayrı bölgesel incelemeler olarak değil, bütünsel bir analiz birimi olarak tartışacağız. İkincisi…
Bu ayın gündemiyle de ayın tarihi arasında irtibat kuramıyorsanız hayret ederim doğrusu. Ramazan ayında tabii ki İslam dünyasını tartışacağız.
İyi vallahi, güneş takvimine uyduramazsak ay takvimine uydururuz; öyle mi?
İsterseniz güneş takviminden de iki olay söyleyeyim. 13 Kasım 1918 Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi uyarınca İtilaf Devletlerine ait 55 parçalık donanmanın Haydarpaşa açıklarına demirlemesi ve karaya asker çıkarılmamış olsa da İstanbul’un işgalinin fiilen başlaması. İkincisi 18 Kasım 1922 Büyük Millet Meclisi’nin Abdülmecit Efendi’yi Halifeliğe seçmesi.
İyi de bunların İslam dünyasıyla ne alâkası var?
Çok alâkası var. Müsaade ederseniz ben izah edeyim.
Buyurun, zaten bu konuda en çok söz size düşer.
Estağfurullah, burada bu kadar üstad varken... Neyse, İstanbul’un işgalinin taşıdığı anlamla başlayalım. Ankara hükümeti, İstanbul’un işgali karşısında alınacak siyasî, idarî, askerî önlemleri Temsilciler Kurulu’nda saptayarak, Anadolu’daki bütün Müdafaa-i Hukuk örgütlerine ve askeri birimlere bildirdi. İslam dünyasını etkilemek amacıyla da bir bildiri yayımlandı. Bildiride; İtilaf Devletleri’nin uygulamaları Haçlı Seferine benzetildikten sonra, Hilafet merkezi İstanbul’un işgalinin yalnızca Osmanlı devletini ortadan kaldırmak amacını taşımadığı, bütün İslam dünyasının özgürlük ve bağımsızlığını ortadan kaldırmaya yönelik olduğu vurgulandı. Batı donanmalarının İstanbul’a girmesi, İslam dünyası açısından kritik bir dönemeç. O zamanki adıyla BMM’nin bir Halife seçmesi de yine bu çerçevede değerlendirilmeli.
Bence biraz abartıyoruz. Osmanlı devletine karşı savaşan ordularda birçok Müslüman da vardı. Ayrıca o seçilen Halifenin ne ölçüde benimsendiği, İslam dünyasını ne ölçüde temsil ettiği, hatta Türklerin Hilafetinin meşruiyeti de tartışma götürür.
Affedersiniz ama ben daha temel bir soru sormak istiyorum. İslam dünyası diye sahici bir birimden bahsetmek ne ölçüde gerçekçi?
Açık konuş, “İslam dünyası diye bir şey var mı?” demek istiyorsun ki, bu bence de önemli bir soru.
Nasıl yani? 1400 yıllık bir tarihsel gerçekliği ve bir buçuk milyarlık bir toplumsal gerçeği yok mu sayacağız?
Arkadaşlar, anlaşılan tartışmaya “İslam dünyası diye anlamlı bir varlıktan söz edilebilir mi?” sorusuyla başlayacağız.
Bence ancak romantik olarak böyle bir idealden bahsedebiliriz. Böyle bir gerçeklik olduğuna inanmak çok zor. Bugüne kadar en hayatî meselelerde bile İslam dünyasının birlik olarak hareket ettiğini hatırlamıyorum. Ne Filistin davasında, ne Irak krizinde. Araplar Türklere, Türkler Kürtlere, Kürtler Acemlere düşman ve bu böyle gidiyor.
Aslında bence idealist bir yorumla böyle “İslam dünyası” gibi mitler oluşturmak her şeyden önce İslama haksızlık oluyor. Bu konuyla ilgili yakın zamanda makaleler de yayımlandı. Sıkıntı İslam dininden kaynaklanmıyor. Din kurumuna, altından kalkamayacağı bir sorumluluk vermekten kaynaklanıyor. Bir ‘Hıristiyan Konferansı Örgütü’ veya ‘Budist Konferansı Örgütü’ olsaydı, onlar da aynı şeyden yakınıp, “birlik olamıyoruz, sorunlarımızı çözemiyoruz” diye söyleneceklerdi. İslam dünyası kurgusunu uluslararası ilişkiler düzleminde anlamlı bir birim gibi gösterince, başarısızlıklar da hayal kırıklığına dönüşüyor ve “İslam dünyası birlikte hareket edemediğine, bütün ülkeleri geri kalmış olduğuna göre sorun İslamda” gibi haksız bir yargıya varılıyor.
Asıl haksızlık bu yargıda. Bakın bu yaklaşım Katoliklik, Budistlik ya da İslamın dünyaya bakışı, düzen anlayışı, dünya düzeni veya uluslararası düzen bağlamında önerileri aynıymış, yani bütün dinlerin tek bir din kategorisi altında neredeyse aynı fonksiyonu icra etmesi gerekirmiş gibi bir önyargıya dayanıyor.
: Ne var bunda? Öyle değil mi?
Tabii ki değil. Hıristiyanlık bir düzenin içine doğdu, İslam bir düzen kurdu. Arada böyle köklü bir fark var. Hıristiyanlık var olan Roma düzeni içinde doğdu ve o Roma düzenini dönüştüre dönüştüre, kendisi de dönüşe dönüşe bir düzen geliştirdi. Budizm için de aynı şey söz konusu. Budizm de aslında kendisi Hind sistemi içinde bir ihya hareketi olarak ortaya çıktığı için ayrı bir düzen tanımlaması yoktu. Budizmi düzen haline getiren Asoka’dır. Budist düzen ondan birkaç nesil sonra doğdu ama Hind sistemine dayanan bir tarihi geçmiş, bir arka plan var. Halbuki İslamın doğduğu yerde tarihte hiçbir zaman düzen olmadı. Yani geçen sayıda tartıştığımız anlamda, Pax-Romana gibi bir düzen fikri yoktu. İslam kendi ontolojik tasavvurundan, bir varoluş tanımlamasından çıkarak kendisi ile yoktan bir düzen kurdu.
Velev ki bu fark olmasa, bütün dinleri bir kategori şeklinde almış olsak dahi bugün bir papa var ve bütün Hıristiyanlar, en azından Katolikler adına konuşacak bir merci olarak orada duruyor. Dolayısıyla “Hıristiyanlığın görüşlerini kim temsil edecek, Hıristiyanların birliğini ve siyasi menfaatlerini kim koruyacak?” sorularının bir muhatabı var. Budistler için mesela Dalai Lama var ve bütün Budist ekolleri temsil etmese de, bir şey söylediği zaman bu bir karşılık buluyor. İslam dünyasıyla ilgili sorun, var olup olmaması değil, Hilafetin ortadan kaldırılmasından bu yana temsil sorununun sağlıklı bir çözüme kavuşmamış olmasında. Bu yüzden İslam dünyası var olmasına rağmen gözle görülür bir düzen kurulabilmiş değil.
Daha nesnel şeylerden bahsedelim isterseniz. Hıristiyanlığın bu anlamda bir ‘Hıristiyan dünyası’ diye tanımlanabileceği ortak, yekpare coğrafî bir birimi yoktur. Gerçi bugün Hıristiyanlık dediğimizde Batı’yı anlıyoruz ama Brezilya’da da, Filipinler’de de Hıristiyanlık var. Hatta şu anda Hıristiyanlık Avrupa’da kan kaybederken Afrika’da, Endonezya’da, Latin Amerika’da özellikle ivme kazanıyor. Üstelik tarihsel olarak da Hıristiyan dünyanın merkezi, doğduğu ve ilk yayıldığı coğrafya ile bugünkü merkez farklı. Budist varlık için böyle bir coğrafya birliği var ama o da bir ‘dünya’ oluşturabilecek kadar yayılmış değil, tek bir bölgede toplanmış. Fakat İslam dünyası kavramını, her şeyden önce coğrafî bir gerçeklik olarak kabul etmek gerekir. Afro-Avrasya’nın merkezi hattında, tarihî ve kültürel olarak da kadim medeniyetlerin kurulduğu bir coğrafyada şöyle gözünüzün önüne hemen getirmek mümkün. Ayrıca İslam dünyasının batıya doğru yayılmış kolları, dalları da mevcut.
İyi de tartıştığımız coğrafî bir tanımlama değil ki, siyasal bir varlıktan bahsediyoruz.
Siyasal birim olarak da İslam dünyası var. Bakın şöyle bir örnekle anlatmaya çalışayım. Diyelim ki yoğun bakımda yatan, bitkisel hayattaki bir hastadan söz ediyoruz. Bu hastanın öksürmesi doktorlar için çok umut verici bir şeydir.
Nedenmiş o?
Çünkü normal bir insan için hastalık belirtisi olan öksürme, bitkisel hayattaki bir hasta için canlılık belirtisidir. Solunum yollarınızdaki yabancı bir cisme veya rahatsızlık verici bir şeye gösterdiğiniz reflekstir, onu dışarıya atma çabasıdır.
Tıp bilginize hayranım ama bunun konumuzla ne ilgisi var?
İslam dünyası Afganistan’da, Bosna’da ve Filistin’de öksürdü. Birçok şeyini kaybetmiş, siyasal anlamda zayıf düşmüş, ekonomik anlamda ilk yirmiye giren ülke sayısı ancak iki-üç. Ama refleks gösterme kabiliyetini kaybetmemiş. Bir gelişme karşısında ortak psikolojik tepki gösterme kabiliyetini hâlâ taşıyor. Bunun en çarpıcı örneğini Bosna’da gördük. Süreklilik arz eden örneğini de Filistin’de görüyoruz. Filistin meselesi hâlâ bütün İslam dünyasında bir hareketlenmeye sebebiyet veriyorsa, bütün bu organizasyonel bozukluklara rağmen bir birimden, bir varlıktan bahsetmek mümkün.
Nasıl bir hareketlenmeyse, hep oturduğu yerde hareket ediyor, bir türlü ayağa kalkamıyor.
İslam dünyası tanımlanırken coğrafya veya “yüksek siyaset” ile normatif ve sosyolojik kavramlar birbirine karıştırılıyor. Mesela İslam dünyası tabiri genelde zayıf, birliği olmayan bir bütün olarak tanımlanırken devlet ve toplum ayrışması söz konusu edilmiyor. Halbuki diğer dünyalar tanımlanırken, mesela Batı dünyası dediğinizde, normalde rejimler kadar toplumların da oyuncu olduğu bir yapıya atıf yapılır. Hatta finansal veya kültürel süreçler bile tanımda yer alır. Dolayısıyla İslam dünyasının bu şekilde tanımlanması, sanki 19’uncu yüzyıldaki Batı merkezli, ‘Batı ve diğerleri’ söyleminin bir yansıması. Yorumlarımızda düştüğümüz yanılgı, coğrafî ve kültürel bir varlık olan İslam dünyasını, siyasal bir bütünlük olarak sadece devletler ve rejimler temelinde tanımlamaktan kaynaklanıyor.
Evet, böyle olunca da “İslam dünyası bir şey yapmadı” diyoruz. Yani asıl sorun biraz önce bahsettiğiniz gibi meşruiyet ve temsil sorunu.
Bence bir varlığın sahici olduğunu, birlik olduğunu gösteren şey; sıradan bir insanın günlük ritmi, hayata bakışı, sosyal ilişkileridir. Fas’ta, Filipinler’de ve Bosna’da yaşayan Müslümanların hayat ritimlerinin benzerliği; Faslı Müslüman ile Fas’ın tam karşı sahilinde, Cebelitarık’ın öbür tarafında oturan İspanyol arasındakinden, Bosnalı Müslüman ile yirmi kilometre ilerideki Sırp arasındakinden ve Filipinli Müslüman ile komşusu Hıristiyan arasındaki benzerlikten çok daha fazla, çok daha belirleyici ise işte birlik budur. Birlik demek, illa bir noktada iki milyar insanın İsrail’e karşı hareket etme kabiliyeti demek değildir.
Niye, bu önemsiz bir şey mi?
Hayır ama tek boyut o değil. Fas’taki bir türlü giyiniyor, Filipinlerdeki bir başka türlü giyiniyor, Boşnak bambaşka. Birisi siyahî, birisi sarışın, diğeri Asyatik ama nihayet bu insanlarda hâlâ modernitenin çözüp dağıtamadığı, parçalayamadığı, atomize edemediği, hazmedemediği bir birlik var. Birlikten sadece siyasal liderlerin bir araya gelip de ortak bir deklarasyon yapmasını anlamamak lazım. Benzer tonda zikirlerin yapıldığı, cenazelerin benzer bir şeyle kaldırıldığı, ortak bir lügatin olduğu bir dünyadan bahsediyoruz. Ve bu kabiliyete sahip, bu kadar geniş başka hiçbir coğrafyada, bu kadar benzer özellikleri sürdürebilmiş başka hiçbir medeniyet biriminden de bahsetmek mümkün değil bugün.
Belki durumu şöyle açıklamak mümkün. Modernite İslam dünyasının siyasal birliğini ve yapısını çözdü ama kültürel birliğini, medeniyet dokusunu çözemedi. Şu anda İslam ülkelerinde yaşanan gerilimler de bu çatışmadan doğuyor.
Çok doğru. Yoksa Bosna ile hiçbir ortak çıkarı, hiçbir ilişkisi, modern ulusal kimlikler düzeyinde ortak tarihi, kültürü olmayan bir Maleyin Bosna için; bir Endonezyalının Kudüs için maddî fedakarlıklarda bulunmasını, hatta canını ortaya koymasını nasıl açıklayacağız?
“Yaşasın Müslüman halkların birliği!” mi diyeceğiz?
Söylediklerimden İslam dünyasının hiç zaafı olmayan bir dünya olduğu sonucu çıkmaz tabii. Bu şunu gösterir sadece bize. Bu dünya yaşayan bir dünya. Refleks göstermekten kastettiğim o. Zaaf gösteren bir bünyede yaşayan bir dünya. Bünyenin illa dinç olması gerekmiyor yaşaması için. Öksürebilme kabiliyetini kaybetmiş bir sürü medeniyet varken, bir dünya öksürebiliyor. Bunalımlar bunu yansıtıyor.
Evet mesela bu öksürmeyi New York’un ortasında da yapabiliyor!
Bunu kesinlikle olumlama anlamında söylemiyorum ama aslında doğru. Bu gelişmeler, bahsettiğimiz bunalımın yansıması olarak da görülebilir. Ama Afganistan’dan Yemen’e, Filipinler’den, Sudan’a, Mısır’dan Endonezya’ya kadar uzanan bir örgütün, velev ki terör örgütü diye nitelendirilsin, varlığı bile tartıştığımız konu için açıklayıcı olabilir. Zaten Batı’yı bu kadar tedirgin eden husus da bu bence. 1930’larda Toynbee başta olmak üzere medeniyet tarihçileri İslam dünyasının çözüleceğini, bütün kabiliyetlerinin yok olacağını, İslam medeniyeti denen şeyin hakikatte var olmadığını, olamayacağını söylüyordu. İslamın da zamanla antikite haline dönüşeceğini öngörüyorlardı. Olmadı.
Bu dediklerinizde doğruluk payı var. Ama İslam dünyası ile ilgili olumsuz kanaatleri belki de bu ülkelerin içinde bulunduğu durum besliyor. Dosyada bir tablo vardı; kişi başına düşen gelir Yahudilerde 16.000, Hıristiyanlarda 8.000, Budistlerde 6.750, Müslümanlarda ise 1.700 dolar. Üstelik kişi başına gelirin en yüksek olduğu ülkeler de en düşük olduğu ülkeler de İslam dünyasında. Dahası, zengin gibi görünen ülkeler bile, Dünya Bankası’nın insanî gelişmişlik endeksi sıralamasında geri sıralarda.
Neler var o endekste?
Okur-yazarlık, kişi başına enerji, su, kağıt tüketimi, çocuk ölüm oranları gibi yaşam kalitesini ölçümleyen değişkenler var.
Yine devlet merkezli düşünüyoruz. Dünyadaki siyasî coğrafyayı devlet merkezli tanımlamak bize dayatılmış bir şey ve biz İslam dünyasını devlet merkezli bir dünya gibi algılamaya alıştık. Bunu yanlış bir algılama tarzı olarak düşünüyorum. Bakın bugün Avrupa’da çok önemli bir Müslüman nüfusu var ve bunlar ulus-devlet sahibi değiller. İslam dünyası, Almanya’da olan haliyle belki Kuzey Afrika’dakinden daha zengin, daha eğitimli, daha örgütlü. Artık İslam dünyasını tarihsel kalıplar içinde ‘darülislam-darülharp’ ikilemi içinde inceleyemeyiz. Müslüman azınlıklar en önemli bileşenini oluşturuyor. Şimdi devlet merkezli bakışı kabullenmek, yani coğrafya ile siyasi yapının bütün, birleşik olduğunu kabul etmek bir medeniyet telakkisine aykırı. Oryantalizm ve emperyalizm ile beraber bize şu dayatılıyor: İslam dünyası denilen coğrafya, vaktiyle Batı’nın sömürgeleştirdiği yerdi. Daha sonra bunlar zaten ulus-devlet haline geldi.
Ulus-devletler gerçeğini inkar mı edeceğiz? Geçen sayıda 17’nci yüzyıldan başlayarak bu sistemi incelemedik mi?
İslam dünyasının bir birim olarak oluşumu bu siyasi birimlerin varlığına bağımlı değil. Yani onlar oluştuğu için İslam dünyası oluşmadı. Yani Fas, Irak, Pakistan bağımsızlığını kazandığı için İslam dünyası oluşmadı. Zaten bu siyasi birimlere bağlı olmadan, onlardan önce var olan bir birimden söz ediyoruz. Bu siyasi birimler neye dönüşürse dönüşsün, o alttaki unsurlar ortak davranma refleksini kaybetmiyorlar. Onu demeye çalışıyoruz.
Bir de tabii şunu unutmamak lazım. İslam ülkelerinden herhangi biri bir alanda başarı kaydedince bu o ülkenin bireysel başarısı oluyor da, niye başarısızlıklar İslam ortak paydasının üzerine yazılıyor?
Sorunun kaynağı İslam demeye getiriliyor. İslam dünyası sorunlu; neden? Bütün ülkelerde, kişi başına düşen gelir şu kadar, bunlar geri kalmış ülkeler. Veya hiçbirisinde demokrasi yok, insanların özgürlükleri yok. Dolayısıyla bence temel sıkıntı burada, bizim bu tanımı veri olarak kabul etmemizde. İslam medeniyetinin değerleriyle teşekkül eden ve demin vurgulanan Köln’deki bir Müslüman, Kanberra’daki bir Müslüman, New York’taki bir Müslüman da İslam dünyasının şubeleridir. O medeniyetin nüveleridir aynı zamanda. İnsan merkezli, medeniyet merkezli İslam dünyası tanımından, bize dayatılan post kolonyal devlet merkezli tanıma geçmek hatadır.
Haklısınız ama şu gerçeği de gözden kaçırmayalım. Son tahlilde, bu rejimleri, yani İslam dünyasının siyaseten de bir birlik olmasını önleyen, geriliklerin kaynağı olan ve meşru temsil krizi doğuran bu yönetimleri iş başına getiren, veya en azından iş başında kalmalarına izin veren bahsettiğiniz “medeniyet unsurları”yla şekillenmiş toplumsal varlıklar değil mi?
Daha kışkırtıcı bir soru sorayım. Kendinizi Batı Avrupa metropollerinde mi, yoksa “elinden ve dilinden emin olmanız” gereken Müslümanların yaşadığı metropollerde mi daha güvende hissedersiniz?
Eğer İslam dünyası diye bahsettiğimiz şey bütün tefessühten, günahlardan azade bir toplum olsaydı bir insan topluluğu değil melekler topluluğu olurdu ve dolayısıyla tarih dediğimiz şey olmazdı. Biz Farabî’nin ideal “Medinet’ül Fazıla”sından değil yaşayan bir gerçeklikten bahsediyoruz. Yaptığımız hata, tarihi süreçsel olarak değil de, noktasal olarak almamızdan kaynaklanıyor. Haçlı Seferleri sırasında Kudüs’te bir Haçlı-Latin krallığı kurulur biliyorsunuz. Ondan sonra bütün Müslüman ülkeler birbirlerine düşer. Haçlılar bu devletleri karşılıklı kışkırtarak adeta onlarla oynar. Herkes birbiri ile problemlidir. Bu durum yüz yıla yakın sürer. Eğer o dönemde baksaydınız, her biri gerçekten birer despot tarafından idare edilen, birbirlerine düşmüş, siyasi birlik oluşturamayan ve Haçlıların Kudüs’te 1096-1187 arasında yüz yıla yakın hükümran olmasına seyirci kalan bir tablo görürdünüz. O döneme noktasal olarak baksanız, küçük bir Haçlı devletinin tefessüh etmiş Müslümanları mağlup ettiği bir manzara görürsünüz. Ama refleks gösterme kabiliyeti bitmeyince sonuç her an değişebiliyor.
İsrail dışişleri bakanının BM’de söylediği bir söz var: “Araplar hâlâ bir ‘Selahaddin’ beklemekten vazgeçmedi” diyor. Aslında hafif müstehzi ama içinde bir Selahaddin korkusu da var. İsrailli ya da Amerikalı İslam dünyasına baktığında, hâlâ bu dünyadan bir “Selahaddin” çıkar diye düşünebiliyorsa bu, İslam dünyasının teslim olmamış bir dünya olmasındandır.
Aslında arkadaşlarımızın bu tepkileri, İslam dünyasını ne denli idealize ettiklerinin bir göstergesi, yani aslında İslam dünyasının varlığının delilleri. İsterseniz biraz da, kavramsal varlığı üzerinde sanırım ittifak ettiğimiz İslam dünyasını siyasal ve ekonomik açıdan değerlendirelim.
Evet. Varlığını savunanlar bile bu bölgenin, haydi madem anlaştık adıyla söyleyelim, İslam dünyasının sorunlu bir bölge olduğunu kabul ediyor.
Doğru. İslam dünyasının sorunlu yapısının hem dışarıdan hem içeriden kaynaklanan nedenleri var. Bir kere dünyanın stratejik doğal kaynaklarının en zengin rezervleri burada. Sonra jeostratejik olarak da önemli bir bölge. Dünyanın en önemli dokuz boğazından sekizi İslam dünyasında.
Dokuzuncusu nerede?
Cebelitarık Boğazı. Onun da bir kıyısı İslam dünyasında sayılır. Afro-Avrasya’nın kuzey-güney ve doğu-batı eksenli bütün kara geçişleri de İslam dünyasında. Sömürgeciliğe karşı en canlı direniş burada gerçekleşmiş. Daha önce de ifade edildiği gibi siyasal ve toplumsal yapılar arasında da gerilimler çok yüksek. Yani bu coğrafyayı Latin Amerika veya İskandinavya ile karşılaştırmak mümkün değil. Krizlerin burada yoğunlaşmasının nesnel sebepleri var.
Peki terörist olarak tanımlanan hareketlerin buradan kaynaklanmasının altında yatan da bu mu? IRA’yı bir tarafa bırakırsak bir Hıristiyan teröründen veya Budist teröründen bahsedilmiyor da, neden İslam dünyası ile terör neredeyse eş anlamlı hale gelmiş?
İnsafsızlığın sınırı yok siyasette. Mazlumlar mahkum edilmiş. Bakın 1990 sonrası, yani Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dünyada yaşanan krizlerin bir listesini yapalım. Bosna, Kosova, Arnavutluk, Makedonya, iki kere Irak, Cezayir, Somali, Doğu Türkistan-Sincan, Mindanao-Moro, Azerbaycan-Karadağ, Çeçenistan, Afganistan, Endonezya, tabii Keşmir ve Filistin gibi kronikleşmiş krizler hep İslam dünyasında yaşandı. Sadece Bosna’da 250 bin, Irak’ta 200 bin Müslüman can verdi. Soğuk Savaş sonrasının küresel mağduru İslam dünyasıdır. Buna rağmen mağdur, suçlu ilan edildi.
Ben bu konuyla ilgili değerlendirmelerde hep bir tepkisellik hissediyorum.
Doğru. İslam dünyasının önemli zaaflarından biri ve biz de bu zaafı yansıtıyoruz. Bakın İslam dünyasının en somut hale geldiği yapı İslam Konferansı Örgütü (İKÖ)’dür. İKÖ nasıl kurulmuştur? İsrail’in Mescid-i Aksa’ya saldırısına tepki olarak. Dikkat ederseniz değerlendirmelerimizde İslam dünyasının hayatiyetini ispat için hep tepkilere atıf yaptık. Maalesef tepki göstermedeki başarıyı, inşa etmede gösteremediğimiz açık.
Yani İslam dünyasının konstrüktif değil reaktif olduğunu kabul ediyorsunuz.
Tabii. Üstelik bu önemli bir zaaf.
Yabancı dil bilginize hayran olduk.
Yani kurucu değil tepkisel.
Toparlayacak olursak İslam dünyası hayatiyetini tepkisel olarak sürdürüyor, inşa edici gücü zayıflamış durumda. Bir bütün olarak küresel düzenin merkeziyle ve kendi içinde yönetimlerle toplum arasında gerilimler yaşıyor. Soğuk Savaş döneminin mağduru ve maznunu. Gelir dengesizlikleri var ve potansiyelini gerçek performansa dönüştüremediği için geri kalmış durumda. Peki hiç mi üstünlüğü yok?
İslam dünyası geçmişinde tarihte küreselleşmenin ilk kez gerçekleştiği birimdir. 15’inci ve 16’ncı yüzyılda Atlas Okyanusu’ndan Pasifik’e, Kırım’dan Hint Okyanusu’na kadar geniş bir bölgede, ortak değerler çevresinde ve birkaç siyasal otorite altında bir entegrasyonu sağlamıştır. Bugün de küresel bir toplum tanımı yapılacak olsa, onların içine hangi renk ve unsurlar girecek idiyse onların hepsi İslam dünyasında var. Mesela İKÖ toplantılarını gözünüzün önüne getirin. Bir siyahî Afrikalı, bir çekik gözlü Güneydoğu Asyalı, bir Boşnak, bir Orta Asyalı, hatta buna azınlık Müslümanları da ekleyin. Hindular meclisi veya Budistler örgütü toplansaydı o renklilik olmayacaktı; zira tek bir bölgede yoğunlaşmışlardır. Hıristiyanlar meclisi toplansaydı yine olmayacaktı. Çünkü Batı medeniyetinin üniformist karakteri dolayısıyla elbiselerde, renklerde çeşitlilik olmayacaktı. Küresel yapıyı bütün unsurlarıyla ve çeşitliliğiyle temsil etmede bir tek Bağlantısızlar Bloku, bir de BM İKÖ ile mukayese edilebilir. Başka hiçbir örgüt İKÖ’nün çeşitliliğine ulaşamıyor. İslamın coğrafî anlamda Afro-Avrasya’nın merkezini tutmuş olması dolayısıyla İslam dünyası, küresel toplumun küçük bir numunesini oluşturuyor aslında. Bunalımlarıyla da, avantajlarıyla da onu yansıtıyor. Ekonomi-politik kaynaklarıyla da, insan unsuru kaynaklarıyla da küresel bir model. Bu yüzden de daha insanî bir küreselleşmeye model olabilir.
Evet arkadaşlar, Türkiye’nin İslam dünyası içindeki konumu başlı başına, ayrı bir tartışmanın konusu olacağına göre tartışmayı burada bağlıyorum.
Peki dosyanın başlığı ne olacak?
Yerini arayan İslam dünyası…

Paylaş Tavsiye Et