Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (June 2004) > Çeviriyorum
Çeviriyorum
Ramzan başkan olacak mı? / Sergey Yuryev, Komsomolskaya Pravda, 11 Mayıs 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Kadirov’un terör saldırısına kurban gitmesi, toplumda şok yaratmanın yanı sıra Moskova’daki bazı yüksek kademeli görevlilere, özellikle askerî çevreye ve ona yakın siyasetçilere bir “oh” dedirtti. Son zamanlarda Çeçenistan devlet başkanı, Rusya’nın siyaset ve iş çevrelerince giderek daha sorunlu bir figür olarak görülmeye başlamıştı. Kadirov’un akrabalarından destek alarak teröristlerle sürdürdüğü mücadelede oldukça başarılı olmasına ve geçen zaman içinde birçok teröristin ele geçirilmesine rağmen teröristlerin liderleri olan Mashadov ile Basayev’in tüm operasyonlardan sağ salim kurtulmaları ve bu esnada Rus ordusunun yavaş fakat kararlı bir şekilde Çeçenistan sınırlarının dışına itilmesi Moskova’daki bazı çevreleri epey tedirgin etmişti. Kadirov’un, Rusya’nın Çeçenistan’ı kalkındırmak ve savaşın getirdiği zararı gidermek için ayırdığı bütçeyi kontrol altına alması ve Çeçenistan’ın giderek daha bağımsız hale gelmesi, Moskova’nın çıkarlarına ters düşüyordu.
Çeçenistan liderinin ölümünden sonra Moskova, bölge üzerindeki kontrolünü artırma ve kaybedilen pozisyonları geri kazanma şansına sahip. Çeçenistan’da meşru siyaset alanında Kadirov büyüklüğünde başka bir figür yok; yasa dışı bir otorite olarak ise Çeçenistan’ın eski devlet başkanı Aslan Mashadov var. Bu durumda Rusya’nın önünde birkaç seçenek görünüyor.
En basit çözüm Çeçenistan’da direkt olarak Rusya devlet başkanının yönetimini geçerli kılmak olurdu. Fakat böyle bir karar yasalara aykırı; çünkü Çeçenistan anayasasında direkt Rusya yönetiminin uygulanabileceğine dair bir madde yok. Daha da önemlisi, Rusya’nın bu fırsattan yararlanarak yeniden Çeçenistan’da sınırlandırılmamış bir otorite halini almaya çalışması, son dört sene içindeki gelişmeleri sıfıra indirip Putin’in birinci başkanlık süresi zarfında hiçbir şey başaramadığı ve yanlış bir siyaset izlediği anlamına gelecek. Böyle bir netice ise Rusya için son derece olumsuz bir olay.
En mantıklı çözüm Çeçenistan’da olağanüstü başkanlık seçimlerini düzenleyip, hem Çeçenistan halkının desteklediği, hem de Moskova’nın çıkarlarını gözetecek bir kişinin iktidara gelmesini sağlamak olurdu. Fakat sorun Çeçenistan’da siyaset alanında böyle bir şahsiyetin bulunmamasında yatıyor. Geriye “veliaht” durumunda olan Çeçenistan devlet başkanının hassa komutanı Ramzan Kadirov kalıyor. Putin’in tercihinin Ramzan’dan yana olacağına en büyük işaret, Kadirov’un vefat ettiği 9 Mayıs günü Ramzan’ın protokole göre giyinmeye bile fırsat bulamadan spor kıyafetiyle Kremlin’e gelmesi ve Putin ile kapalı kapılar ardında uzun uzadıya konuşmasıdır. Devlet başkanı seçildiği takdirde Ramzan Kadirov Çeçenistan’da en azından statükoyu koruyabilir. Fakat olayların bu şekilde gelişmesinin önünde iki engel var: İlk olarak, siyaset alanında Ramzan Kadirov’un henüz gereken ağırlığı yok; babasının otoritesi bir tarafa bırakıldığında, kendi başına Ramzan Kadirov, Çeçen siyasetçiler arasında henüz yeterince büyük bir figür değil. Üstelik anayasaya göre, devlet başkanı adayının 30 yaşından küçük olmaması gerekiyor. Ramzan Kadirov’un ise 27 yaşında olduğu biliniyor.
Bu durumda Rusya için Çeçenistan’da tek bir yol var. Çeçenistan anayasasına göre, başbakan olağanüstü seçimlere kadar devlet başkanlığı görevini üstleniyor. Bu seçimler geçersiz kabul edildiği takdirde başbakan altı ay sonra tekrar yapılacak olan seçimlere kadar iş başında kalabiliyor. Bu durumda Çeçenistan başbakanı tamamıyla yasalara uygun olarak sene sonuna kadar ülkenin başında kalabilir ve geçen süre içinde “veliaht” Ramzan Kadirov siyaset alanında ihtiyaç duyduğu ağırlık ve otoriteyi sağlayabilir. Olayların bu şekilde gelişme ihtimalini Ramzan’ın başbakanın birinci yardımcısı görevine getirilmiş olması da destekliyor.
Gerçi Ramzan Kadirov’un sonunda devlet başkanı olabilmesi için, ilk önce onun en büyük rakibi olan Aslan Mashadov’un etkisiz hale getirilmesi gerekiyor.

Tavsiye Et
Batı adaleti Doğu’da nasıl anlaşılır? / Georgiy Bovt, İzvestiya, 20 Mayıs 2004
Rus Basını
Çeviri: Enise Smirnova
Ebu Garib hapishanesinde yer alan işkence vakaları dolayısıyla sorgulanan Amerikan askerlerinden biri, Çarşamba günü Bağdat’ta mahkemeye çıkarıldı. Aralarında el-Cezire’nin de bulunduğu çeşitli basın yayın organlarına duruşmayı izleme imkanı verildi. Mahkeme kararı aynı gün açıklandı. Bu mahkeme, ABD’nin dünyadaki imajını bir kez daha sarsan ve Bush’un seçim kampanyasına büyük zarar veren müthiş skandala bir karşılık olarak düzenlenmişti. Gösteriş dolu bu duruşma aynı zamanda Irak ve topyekûn Arap toplumuna da hitap ediyordu.
Gösteriş mahkemelerini düzenleyenler, el-Arabiyye veya el-Cezire gibi Arap kanallarının mahkeme görüntülerine yer verirken aynı zamanda izleyicilerine “adalet abidesi olan” Amerika’yı destekleme çağrısında bulunacaklarını sanıyorlar. Fakat bundan önce ABD ve Batı karşıtı İslamcılara bolca yayın imkanı tanıyan Arap medyasının bu sefer de Amerika taraftarı kesilmesini beklemek çok mantıksız.
Batı düşünce tarzı ile hukuk anlayışına sahip bir insan Amerika’nın bu davranışında adalet ilkelerine bağlılık görürken, Doğu zihniyetine sahip bir toplumda büyük ihtimalle böyle bir davranış ayıplanacak ve bir zayıflık olarak değerlendirilecek. Ve işgalcilerin bu zayıflığını gören direnişçiler, sürdürdükleri mücadelede daha kararlı ve ümitli olmak için moral bulacaklar.
Gerçi Amerika’da da Onbaşı Sivits’in Rumsfeld ve diğer Washington’daki yetkililerin yerine ceza yediğini dile getirenler olur. Fakat ne olursa olsun Amerika’da böyle bir skandalın iş mahkemeye verilmeden ve suçlular cezalandırılmadan yatışması imkansızdı. George Bush’a ise seçim kampanyasında Amerikan hükümetinin “tarafsızlığı ve adaleti” üzerine vurgu yapmaktan başka bir şey kalmıyor.

Tavsiye Et
Bu hafta / Terry Jones, The Guardian, 22 Mayıs 2004
İngiliz Basını
Çeviri: Ebru Afat
Tony Blair, Amerika’yı desteklemek için elimizden gelen her şeyi yapmamız gerektiğini söylüyor. Ben de aynı fikirdeyim. Amerikalılara zarar verenleri kabul etmemeli, Amerika’nın şöhretini lekeleyenlerden uzak durmalı ve Amerikalı olmakla aynı anlama gelen özgürlük ve demokrasiyi tehdit edenleri kınamalıyız.
İşte bu yüzden Tony’nin geçenlerde George Bush’la omuz omuza durmak istediğini söylemesi oldukça şaşırtıcıdır. Amerikalılara, mevcut başkanlarından daha fazla zarar vermiş birini düşünemiyorum. Dünyanın en güçlü adamı ünvanını üstlendiğinden beri, 4 milyon Amerikalı sağlık sigortasını kaybetti ve 2 milyon iş ortadan kalktı.
Amerika’nın şöhretinin lekelenmesi derseniz; Bush’un burada da yüksek bir derecesi var. Hiçbir Amerikan başkanı, Amerikalıları Amerikalılıklarından utandırmakta bu kadar başarılı olmamıştı. Geçen yıl yapılan bir Gallup araştırmasına göre, Amerikalıların çoğunluğu (%64) “yurtdışı seyahatlerindeki en büyük endişe olarak dostane olmayan davranışlarla karşılaşmayı zikrediyorlar”. Üstelik bu, fotoğraflardan önceydi. Şu sıralarda, Amerikalıların yurt dışına seyahat etmelerinin ana sebebinin Bush’un ikili konuşmalarından kaçmak olduğunu sanıyorum.
Başkan Bush Amerika’yı, insanın insana yaptığı insaniyetsizliğin bir simgesi haline getirmeyi başardı: Mahkumlarına işkence etmekten Irak’taki bir düğün töreninde 15 çocuk ve 10 kadın da dahil 40’tan fazla kişinin katline kadar. Başkan, dünyada Amerikalıların itibarını koruma konusunda altına bakılmadık taş bırakmadı.
Fakat Bush’un elde ettiği en görülmeye değer sonuçlar, muhtemelen demokrasi ve özgürlük alanındadır. Amerikalıların çoğunluğu ona oy vermediği halde, iktidarda olmaktan son derece mutlu olduğu görülüyor. Savunma Bakanlığı İstihbarat Müsteşarı’nın dediği gibi: “George Bush, ABD’deki seçmenlerin çoğunluğu tarafından seçilmedi. Tanrı tarafından görevlendirildi”. Merak ediyorum, Bush’un yerinde Sonia Gandhi olsaydı, ne yapardı acaba?
Amerikalıların haklı olarak daima gurur duydukları özgürlüklerin altını oymak için bundan daha fazlasını yapan bir başkan oldu mu hiç? Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği, Kongre’den “terörle savaş” adına aceleyle geçirilen vatanseverlik yasasının bile, tek başına anayasanın 1, 4, 5, 6, 8 ve 14. maddelerini tehlikeye soktuğunu söylüyor.
Çoğu Arap ya da Güney Asyalı binlerce kişi, suçları bildirilmeden Amerika’da gizlice hapiste tutuluyor ve hükümet onların isimlerini ya da nerede olduklarını açıklamayı reddediyor. Bu kişiler “ortadan kayboldular”. Aslında, üzerinde daha fazla düşündükçe, Amerika artık pek Amerika gibi gözükmüyor. Eğer Tony Blair gerçekten Amerikalılara yardım etmek istiyorsa, ülkelerini ve kurumlarını bu felaket başkandan geri almalarına yardım edebilir.

Tavsiye Et
Irak için kesin bir plan oluşur / Los Angeles Times, 23 Mayıs 2004 Başyazı
Amerikan Basını
Çeviri: Ebru Afat
Savunma Bakanı Donald Rumsfeld on üç ay önce Bağdat’taki ABD askerlerine, tam bir zafer edasıyla, Irak’ı “fethetmek, işgal etmek için değil, özgürleştirmek için geldiklerini, Irak halkının da bunu bildiğini” söylemişti. Bu sözler şimdilerde hiç kimsenin dilinde dolaşmıyor. Hapishanede kötü muamele skandalı patlak vermeden önce yapılan bir ankete göre, Iraklıların yaklaşık %90’ı ABD’yi bir özgürleştirici olarak değil, bir işgalci olarak görüyor.
Iraklıların kendi toprakları üzerindeki egemenlik talepleri gittikçe artıyor; ancak ABD liderliğindeki Geçici Hükümet Konseyi’nin yerini, ABD ve BM’nin seçtiği geçici bir hükümetin alacağı 30 Haziran’da bu hedef ne dereceye kadar karşılanacak? 100 binden fazla ABD askeri Irak’ta kalacak. Neyi, nasıl ve ne kadar sürede yapmak için? Başkan Bush, bunu ve diğer soruları cevaplamaya başlamak zorundadır.
Bush, Birleşik Devletler’in Irak’ta “gidişata göre kalması” gerektiğini söyledi ve Demokrat başkan adayı olduğu farz edilen John Kerry de bunda mutabık kaldı. Geri çekilmeyi engelleyen; Sünni, Şii ve Kürt bölgelerine ayrılmayan ve komşularını ya da Birleşik Devletler’i tehdit etmeyen bir ulus asıl hedef olmalıdır. Pentagon işgali yürüttü; 1 Temmuz’a girerken ABD askerlerinin Iraklı güvenlik güçleriyle birlikte nasıl çalışacağını da belirlemelidir.
Kim, kimden emir alacak? Çoğu Amerikalı olan 1.500 çalışanıyla ABD Büyükelçiliği’nin rolü ne olacak? Büyük kısmı güvenlik için ayrılan yıllık bütçesinin 1 milyar dolar olacağı tahmin edilen büyükelçilikle ABD, besbelli ki güçlü etkisini geçici hükümet üzerinde de korumayı amaçlıyor. Irak’taki bütün bakanlıklara ABD’li danışmanlar yerleştiriliyor; bunlar nasıl patron değil de danışman olarak görülebilir?
Başkana bir başka soru daha: Irak Savaşı’nın başlamasından çok önce oyun dışı kalan Dışişleri Bakanlığı, gerçekten de büyükelçiliği kontrol edecek mi?
ABD ve Birleşmiş Milletler tarafından seçilen bir hükümet, yaklaşık yedi ay içinde yapılması düşünülen seçimlerin verebileceği meşruluktan yine yoksun olacaktır. Irak, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarıyla döşenmiştir ve bu, tarih dönemleri içinde uzun bir zaman öncesi değildir. Iraklı Sünniler, Şiiler ve Kürtlerin uzun bir süre tek bir çatı altında yaşayıp yaşamayacakları da belirsizdir. Bu belirsizlik, biraz olsun milliyetçi birliğe yol açan “ABD dışarı” taleplerine en azından bir ümit ışığı vermektedir.
Mevcut kaostan, ABD askerlerinin kolaylıkla terk edebileceği istikarlı bir Irak’a giden yolun uzun olduğu aşikardır. Oraya nasıl gidileceği ise hiç belli değildir. Başkan, ayrıntılı bir politika belirlemek için bir başka fırsatı daha kaçıramaz.

Tavsiye Et
Dış saldırıların yeni hedefi Suudi Arabistan ve Suriye / Dr. Abdulvehhab el-Efendi, El-Quds el-Arabi, 18 Mayıs 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Geçtiğimiz günlerde yabancı ülkeler ve özellikle de ABD tarafından hedef seçilen son Arap ülkeleri, Suriye ve Suudi Arabistan oldu. ABD Başkanı Bush, Suriye’ye ekonomik yaptırımlar içeren kararları uygulamaya koydu. Bu arada bazı Kongre üyeleri de şöhreti kötü “Irak’ı özgürleştirme” kanunu tarzında bir Suriye ve Lübnan’ı özgürleştirme kanunu çıkarma tehdidinde bulundu. Suudi Arabistan’a ise, dinî kurumlar hakkında yayımlanan Kongre raporunda çok sert bir kınama yöneltildi.
Artık önüne gelen herkesin Arapları sözlü ya da fiilî hedef seçmesi bizim tarafımızdan şaşırtıcı olmaktan çıktı. Bush ve yandaşlarından, ırkçı Avrupalılara hatta Hindulara kadar dileyen herkes Arapları barbarlıkla, terörizmle, geri kalmışlıkla, başkasının başarısından öfke duymakla ve de yaptığı herhangi bir işi becerememekle suçlar oldu.
Arap yönetimleri de bu eleştiri oklarından nasibini almakta. Aynı çevreler bu yönetimleri baskıcı ve statükocu olarak nitelemekte ve bu rejimlerin, doğuştan hür olan insanları köleleştirdiğini ve insan hakları ihlali yaptığını söylemekte. Bu çevreler, Suriye ve Suudi Arabistan’ı hedef seçmeyi bu son iddiaya dayandırsalar da herkes biliyor ki, gerçekte bu kesimler, hedefteki ülkelerin vatandaşları için, ülkelerinin olumlu sayılabilecek yegane yönleri olan nispî bağımsızlık ve bu bağımsızlığın sağladığı onurları ayaklar altına almak için savaş açmaktalar.
Ancak asıl problem, bu yönetimlere yönelik suçlama ve eleştirilerin büyük oranda doğruluk payı içermesidir. İşte bu yüzden biz ne yapmamız gerektiğinin kararsızlığı içerisindeyiz. Düşmanın, ümmet için hayırlı olanı istemediği gerçeğinden hareketle birleşip tek saf olarak bu düzenleri müdafaa mı etmeliyiz?
İşte bu gerçek, yüz yıla yakın bir süredir Arap ümmetinin en büyük imtihanıdır. Bu durumun belki de en tipik örneği Mısır’daki İslamcıların İsrail’le ve İngiliz sömürgeciliğiyle yapılan savaşlarda takındıkları tutumdur. Nitekim Müslüman Kardeşler, bir taraftan Siyonistlere ve İngiliz sömürgecilerine karşı savaşlarda en başta yer alırken, diğer taraftan aynı teşkilatın ileri gelenlerinden biri 1967 Savaşı’nda Arapların yenilmesinden sonra, “yenildiklerinden dolayı Allah’a şükür secdesi yaptığını” açıkladı. Her iki durum da Arapların siyasî ve ahlakî yapılanmalarında derin bir aksaklığa ve tutarsızlığa işaret etmektedir.
Terör olaylarının dünya çapına yayılması bu fikrî kargaşanın sonuçlarından biridir. Arap gençlerinin büyük bir bölümü içerideki problemler ile dışarıdan gelen saldırılar arasında sıkışmış ve bir seçim yapmak zorunda kalmıştır. Bu gençler, içerideki baskılardan dolayı farklı ülkelere yönelmeyi bir çıkış yolu olarak görmüş ve Afganistan, Çeçenistan, Filipin, Madrid ve New York’taki gerçek ya da hayali düşmanlara yönelmişlerdir.

Tavsiye Et
Akıllı müttefik / Semir Ataullah, Eş-Şark el-Awsat, 22 Mayıs 2004
Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın
Ahmet Çelebi görünürde basit bir denklemden yola çıktı. Buna göre yer yüzünde Saddam Hüseyin’i devirecek tek güç ABD idi. ABD’ye ulaşmanın en garantili yolunun İsrail lobisi olduğunu bildiği için de bu lobinin en önemli ismine; tarihçi Bernard Lewis’e gitti. Hesap yapmadaki becerisinden yararlanarak Pentagon ve diğer kurumlara, kendisini uygun yerin uygun adamı olarak kabul ettirdi. Ve onları Irak’ın kendi elleri arasında olduğuna ikna etti. Ancak bunun için askerî ve maddi destek gerekiyordu. İşler Bill Clinton’ın “Ulusal Kongre” için 95 milyar dolar tahsis etmesiyle başladı. Çelebi artık geleceğin lideri gibi davranmaya başlamıştı.
Ancak Çelebi ABD’lilerin, Irak’ta coşku ve çiçeklerle karşılanmadıklarını keşfediverdi! Yine ABD’nin, bölgede kalması ne kadar uzun sürerse sürsün, geçici bir güç olduğunu ve bölgede kalıcı olan başka güçlerin bulunduğunu da keşfeden Çelebi, İran’a ziyaretlere başladı. ABD İran’la kurulan bu ilişkilerden rahatsız olunca da, kendisinin her iki tarafın çıkarları için çabaladığını söyledi. Aslında onun çabaları Ahmet Çelebi’nin çıkarlarını korumak içindi. Nitekim bir zamanlar ABD’nin borazanlığını yapan Çelebi, birden bire milliyetçi bir dille konuşmaya başladı:“Halkımı kendisiyle baş başa bırakın!”
Ancak artık Çelebi döneminin sonu gelmiştir. Zira o, ne Mukteda es-Sadr’a rakip olabilir, ne de Şii mercilerin seviyesine ulaşabilir.

Tavsiye Et
Şam kanıt istiyor / W.A. Limassol, Franffurter Allgemeine, 18 Mayıs 2004
Alman basını
Çeviri: Haşim Koç
Amerika Dışişleri Bakanı Powell Washington’un Orta Doğu politikası hakkında anlayış beklerken, Arap yorumcular ABD’nin Irak’ta artan zorluklara karşı her geçen gün bölgeden daha fazla ülkeyi kendisine karşı kışkırttığını ifade ettiler. Yorumcular, kısa zaman önce Başkan Bush’un, terörist faaliyetleri desteklediği ve kitle imha silahlarını geliştirmeyi planladığı iddialarıyla Suriye’ye karşı ekonomik yaptırımlar uygulanması isteğini buna delil olarak gösterdiler. Suriye Başkanı Beşir Esad ise bu suçlamaları reddetti ve Amerikan tarafını militan İslamcıların Suriye üzerinden Irak’a sızdığına dair hiçbir kanıt gösterememekle suçladı.
Suriye Dışişleri Bakanı Faruk Şaraa, ABD ile bütün sorunların giderilmesi için diyaloğa geçilmesi gerektiği arzusunu yineledi. Aynı zamanda Körfez İşbirliği Komitesi de Amerikan yaptırım politikasının bölgedeki gerilimi daha da artıracağını ve istikrar konusundaki çabaları baltalayacağını ifade etti. Suriyeli gazetelerden daha sert tepkiler ise Lübnanlılardan geldi. El-Livaa gazetesi, yaptırımların uygulanması gereken ülkenin ABD olduğunu, bu ülkenin askerî zorbalıkla başka ülkeleri zaptettiğini ve insan hakları ihlallerinde bulunduğunu yazdı. Şam’da ve Beyrut’ta ise sükûnet hakim. Yiyecek ve ilaç maddelerini dışarıda bırakan bir yaptırım paketinin ekonomik açıdan büyük bir önem taşımadığı ifade ediliyor.
214 bin dolarlık ABD ihracatına karşılık, 148 bin dolarlık Suriye ihracatının olduğu biliniyor. Amerikan havaalanlarının Suriye uçaklarına kapatılması da Suriye’ye fazla dokunmuyor; çünkü zaten bu yaptırımlar açıklanmadan önce de Suriye uçakları Amerika’ya uçmuyordu. Lübnan gazetesi es-Safir, Amerikan tavrının AB tarafından görmezden gelineceğini söylüyor ve kısa zaman içinde bir AB delegasyonunun ekonomik ilişkileri geliştirmek için Şam’ı ziyaret edeceği tahmininde bulunuyor.

Tavsiye Et
Londra, AB’ye girme çabalarında Ankara’ya destek veriyor / Christiane Schlötzer, Süddeutsche Zeitung, 18 Mayıs 2004
Alman basını
Çeviri: Haşim Koç
Blair, 16 yıl aradan sonra Türkiye’ye gelen ilk İngiltere başbakanı olarak 16 Mayıs’ta ziyaretine başladı. Ziyaret yalnızca 6 saat olarak ayarlanmıştı. Erdoğan, Blair’de, Ankara’nın resmî müzakere tarihini güçlü biçimde destekleyecek bir hava seziyordu. Her şeyden önce Türk hükümeti ve kamuoyu İngilizlerin Irak politikasını çok sert buluyor ve eleştiriyordu. Pazar akşamı, İngiliz HSBC Bankası’nın İstanbul ve Ankara’daki şubelerinde dört küçük patlama meydana geldi. Bu saldırılar geçen Kasım’daki intihar saldırılarını anımsattı aniden. HSBC Bankası’nın bir sözcüsü, saldırıların kendi yatırımlarını etkilemediğini söyledi. İstanbul ve Ankara’da ise Blair’in ziyaretine karşı küçük çaplı protesto gösterileri mevcuttu.
Irak’taki durum hem Erdoğan, hem de Sezer ile olan görüşmede gündeme geldi. Türkiye aynı zamanda, yalnızca Ankara tarafından tanınmış olan KKTC’ye uygulanan ekonomik ambargonun kaldırılmasını da konuşmak istiyordu. Ankara, İngiliz uçaklarının KKTC’ye doğrudan havayolu bağlantısı kurmasını da talepleri arasında ifade etti. Ancak KKTC’deki havaalanı uluslararası hava trafiği kuruluşu ICAO tarafından tanınmıyor. Blair, Hürriyet gazetesine verdiği demeçte, Ankara’nın AB’ye dair umutlarına ‘bütün kalbiyle’ destek verdiğini belirterek, AB yönetim başkanlarının Aralık ayında Türkiye’ye olumlu cevap vermelerini istediğini ifade etti. Blair, ‘istikrarlı, seküler ve Avrupa’da yerini almış bir Türkiye’nin, İslam, demokrasi ve ekonomik başarının bir arada var olabileceğinin kanıtı olacağının’ da altını çizdi. Türkiye’ye yeni reform çabaları dolayısıyla pozitif bir karne veren Blair, ‘reform çalışmalarının Türkiye için alışılmışın dışındaki temposunu muhafaza etmesi halinde’, Türkiye’nin Aralık ayında müzakere tarihi alacağına inandığını belirtti. İngiliz gazetesi Times’a ise AB’nin Türkiye’ye karşı ‘sözünü tutmak zorunda’ olduğunu ifade etti. Erdoğan’ın Londra ziyaretinin de Mayıs ayında gerçekleşmesi bekleniyor.

Tavsiye Et
Alevlerin dönüşü / Jean-Paul Piérot, l’Humanite, 18 Mayıs 2004
Fransız Basını
Çeviri: Hatice Dere
George Bush Irak’ta yanan ateşi körüklemeye devam ederken, onun İsrail’de Şaron’a verdiği destek Filistinlilere yapılan zulümleri cesaretlendiriyor. Ortaya çıkan bilanço ise, tüm Orta Doğu ve Dünya için içler acısı.
Geçici Irak hükümeti başkanının hayatına mal olan saldırı, Irak’ta kitle imha silahı olduğu yalanlarıyla dünya kamuoyunu manipüle etmek ve savaş cinayetleri işlemekten sorumlu tutularak iyice zayıflayan Bush yönetimine ağır bir darbe oldu. Ancak İzzettin Salim’in öldürülmesinin arkasında iki anlamın yattığını söylemek mümkün. İlk olarak Irak’taki en güvenli yer ve Amerikan yönetiminin kalbi olarak adlandırılan yeşil bölgede bomba dolu bir aracın patlatılabilmesi, ABD’nin bölgede ve Irak genelinde güvenliği sağlamakta ne kadar yetersiz olduğunun bir göstergesi olurken; bu olay, adı sadece sokaklarda, kamp ve hapishanelerde yaptığı işkence ve eziyetlerle gündeme gelen yönetim ve ordunun puan hanesine eksi olarak yazıldı. İkinci olarak, İzzettin Salim’in ölümünü hazırlayanlar, çok az Iraklının güven duyduğu; koalisyon güçleriyle işbirliği yaparak onların oyuncağı haline gelen ve Amerikalı güçler karşısında hiçbir inisiyatifi olmayan bir liderden kurtulmuş oldular.
Yönetimin kurulacak vekil bir hükümete teslimine 43 gün kala gerçekleşen bu son saldırı Irak’taki geçici konseyin ne büyük bir yanlış olduğunu gözler önüne serdi. Hiç şüphesiz işbirlikçi İzzettin Salim’in ölümünün arkasında, Irak’taki dini ve politik gruplar arasında demokrasiden çok uzak bir şekilde yaşanan ayrılık ve mücadeleleri de görmek mümkün. Zaten Amerika’nın Irak için demokratik bir yönetim planlamadığı da bilinen bir gerçek.
Amerikalı yöneticiler şimdi kendi tutuşturdukları ateşin yakıcı etkisine katlanmak zorundalar. Başta Rumsfeld olmak üzere, pek çok yetkili, işkence ve katliamların sorumlusu olmakla suçlanıyor. Amerikan ve dünya basınında çıkan ve Amerikalı askerlerin yaptığı işkencelerle ilgili haberler yönetime karşı duyulan güveni çok ciddi bir şekilde sarsmış durumda. Beyaz Saray’ın savaşın başında halktan aldığı %70’lere varan destek ise, şimdilerde sadece %30 düzeyinde.
Tüm bu yapılanlar, Orta Doğu’da karşılaştığımız korkunç bilanço, yalanlar ve savaş cinayetleri acaba Amerikan halkının önümüzdeki Kasım ayında Bush’u Beyaz Saray’dan ebediyen çıkarmasına yetecek mi? Bu dileğimizi Michael Moore’un şu sözüyle ümide çevirelim: “Kim Bush’u kapı dışarı etmek ister?”

Tavsiye Et
Suçlu Bush!!! / Patrick Sabatier, Libération, 20 Mayıs 2004
Fransız Basını
Çeviri: Hatice Dere
İşkence yapmakla suçlanan Amerikalı asker Jeremy Sivits’in yargılanması veya ceza alması Amerikan ordusunun ayaklar altına düşmüş olan onurunu tekrar ayağa kaldırmaya yetmeyecek. Suçlulara verilen ceza ne olursa olsun; bu, korkunç olaylarla lekelenmiş ve dünya kamuoyunda güvenilirliğini yitirmiş olan Amerikan demokrasisini tekrar onaramayacak. Suçlunun yargılandığı mahkemenin resimleri, akıllara kazınan Ebu Garib hapishanesindeki işkence görüntülerini silmek bir yana, yapılan işkencelere karşılık olarak verilen ceza, çekilen acıları belki daha da artıracak.
Tüm bu korkunç olaylardan sonra suçlu gösterilen ve Amerika’nın işlediği tüm suçların günah keçisi olan askerlerin yargılanmasının, Amerika için ucuz bir kaçış yolu olabileceğini akıllardan çıkarmamak gerekir. Veyahut daha kötüsü, bu yargılamaların esas amacı dikkatleri adi suçlular üzerinde toplayarak, işkencelerden esas sorumlu olan gerçek suçluları gözden kaçırmamızı sağlamak ve işlenmiş daha büyük suçların üzerini örtmek olabilir.
Asla unutulmaması gereken bir nokta var: Savaşta uyulacak olan katı kuralları belirleyen kararnameyi çıkaran Bush’un ta kendisiydi. “Yakalayabildiğinizi yakalayın; yapmak zorunda olduğunuzu yapın” prensibiyle işkenceyi teşvik eden ve şiddet kullanımını yasal hale getiren de Savunma Bakanı Rumsfeld’den başkası değildi. Artık herkes anlıyor ki, tüm bu işkence görüntüleri, yargılanan asker Sivits ve diğer gardiyanlara bu yetkili isimler tarafından verilen emirlerin gereğinden başka bir şey değil. İşte bu yüzden Amerikalıların imajına ve ahlak anlayışlarına duyulan güvensizlik asla onarılamayacak.

Tavsiye Et