Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (June 2004) > Dosya > İstanbul NATO’yu kurtaracak mı?
Dosya
İstanbul NATO’yu kurtaracak mı?
Hasan Kösebalaban
IRAK’TA işler ABD açısından yolunda gitseydi, İstanbul’da 28-29 Haziran tarihlerinde yapılacak NATO Zirvesi Bush yönetiminin siyasi şovuna dönüşebilirdi. Bush yanına alacağı mahcup Avrupalı liderlerle birlikte, tehditkâr ifadelerle İslam dünyasına İstanbul’dan seslenecek ve eğer Amerika’nın çizdiği rotadan saparlarsa sonlarının Irak’tan farklı olmayacağını ilan edecekti. Ebu Garib hapishanesinde Amerikan askerlerinin Iraklı esirlere yaptığı gayri ahlakî muamelelerin basına yansıyan fotoğrafları Amerikan başkanının “şer güçlere” karşı giriştiği Haçlı savaşındaki fiyakasını bozdu. Diğer yandan, Amerika’nın kendisi Irak’tan çıkış yolları ararken Bush’un Schröder ve Chirac önünde kahramanlık taslamasının zemini de çökmüş bulunuyor. Artık hiç şüphesiz ABD’nin NATO’daki müttefikleri Bush yönetiminin geriye kalan birkaç ayını kazasız belasız nasıl atlatabileceklerinden farklı bir şey düşünmüyor.
Aslında ABD kritik bir dönemden geçtiği Irak’ın işgal sürecine, yolun başında Rumsfeld’in ukala üslubuyla dışladığı Avrupalıları dahil etmenin yollarını arıyor. Ancak başta Almanya olmak üzere, diğer NATO üyeleri Irak işgaline NATO bünyesinde dahil olmaktan özenle kaçındılar. Savaşın planlama aşamasında ABD askerlerinin Türkiye üzerinden geçme düşüncesi tartışılırken, Türkiye’nin uğrayacağı muhtemel Irak karşı saldırısı durumunda NATO tarafından korunması teklifine Fransa, Almanya ve Belçika şiddetle muhalefet etmişti. Irak işgali NATO’nun önemli Avrupalı üyelerine danışılmadan gerçekleştirildi ve şimdi aynı üyeler işlerin yolunda gitmediği bir dönemde savaşa dahil olmak istemiyor. Almanya Başbakanı Schröder, Mayıs ayı içinde yaptığı açıklamalarda bu itirazları yeniden dile getirdi ve NATO’nun yerine Müslüman ülkelerin göndereceği askerlerin daha uygun olacağı görüşünü ileri sürdü. Özellikle İspanyol birliklerinin de Irak’tan çekilmelerinden sonra, NATO Zirvesi’nde Irak konusunda diplomatik nezaket sınırlarının ötesine geçmeyen, iyi niyetli açıklamaların dışında bir gelişme yaşanması beklenmiyor.
NATO’nun Irak Savaşı konusunda yaşadığı sıkıntıların temelinde, Soğuk Savaş’ın çift kutuplu sisteminin doğal bir ürünü olan kurumun, bugünün uluslararası sistemine adaptasyonundan kaynaklanan sorunlar yatıyor. Irak Savaşı’ndan önce NATO üyeleri arasında yaşanan görüş farklılıkları hiçbir konuda Birleşmiş Milletler’e yansımamıştı. Soğuk Savaş boyunca ABD’nin ağırlığı ve Sovyet tehdidinin ciddiyeti, İkinci Dünya Savaşı’ndan bitkin çıkan Batı Avrupalıları Amerika’nın uysal müttefikleri haline getirmişti. Ancak Soğuk Savaş’ın sağladığı bu güvenlik şemsiyesi Avrupa’nın yeniden bir ekonomik güç halinde belirmesine zemin hazırladı. Berlin Duvarı’nın çöküşü ve Almanya’nın birleşmesi, Almanya’yı yeniden siyasi bir güç haline getirdi. Alman ekonomisinin motor görevi gördüğü Avrupa ekonomik entegrasyonu, Fransa’nın BM Güvenlik Konseyi’ndeki sandalyesinin sağladığı güçle birleşince kıta Avrupası Amerika’nın kollarından sıyrılıp bir global güç haline geldi. Özetle Soğuk Savaş sonrasındaki uluslararası sistem sorunsuz bir Atlantik ittifakına artık izin vermiyor. Artık NATO’yu anlamlı kılacak bir Rus-ABD çatışmasından daha çok, elbette daha yumuşak bir zeminde bir ABD-AB rekabeti söz konusudur. İki dünya gücünün rekabeti en şiddetli haliyle Orta Doğu üzerinde yaşanıyor. İsrail-Filistin sorunu konusunda olduğu kadar, Irak ve nihayet Suriye konularında da Amerika, karşısında Ruslardan daha çok Avrupalıları görüyor. Irak Savaşı’na en sert direniş Avrupalılardan geliyor; Amerikan ambargolarının açıklandığı gün Suriye’ye, Avrupa’dan ticarî ilişkilerin aksamadan süreceği mesajı çıkıyor. Diğer taraftan ABD’nin İran’ı ekonomik olarak köşeye sıkıştırma girişimleri Avrupalılar tarafından sabote ediliyor.
Bu durumda NATO’nun artık küresel bir Soğuk Savaş’ta müttefiklerin ortak tavır geliştirdikleri bir zemin olmaktan, Batılı siyasi rekabet zemininin herhangi bir çatışmaya neden olmadan sürdürülmesine imkan veren kurumsal bir müzakere zemini haline dönüştüğü düşünülebilir. Ayrıca NATO, ABD için çok önemli bir fonksiyon icra ediyor; Avrupa kıtasıyla askerî bağlantının sürdürülmesi. NATO sayesinde ABD, Avrupa’daki askerî mevcudiyetini Rusya’ya kadar uzatmış bulunmakta. Öte yandan bu mevcudiyet Avrupalıların rızası hilafına da değil. Ekonomik ilişkiler bakımından Avrupa’ya, stratejik düşünce açısından Amerika’ya yakınlığıyla, iki arada bir derede kalmış, sürece intibak etmekte en fazla zorlanan bir ülke olarak İngiltere için NATO, “Avrupa mı, Amerika mı?” sorusuna en nihai noktada verilmek zorunda olunan cevabın ertelenmesi anlamına geliyor. NATO sayesinde Avrupa’nın bir askerî birlik kurma planlarını askıya alması, Atlantik ayrışmasından rahatsız olan İngilizlerin istedikleri bir gelişme. Almanya’nın stratejik düşüncesi de Amerika’nın askeri varlığına izin vermekten yana; zira Almanya’nın bunu engellemeye gücü olmadığı gibi, Amerika’nın kıtadan tamamen geri çekilmesinin Avrupa algılamasında Almanya’nın gücüne dair uyandıracağı endişelerden çekiniliyor. Kuşkusuz pek çok Avrupalı, semalarında Amerikan kartalı yerine Alman kartalının uçmasına sempatik bakmayacaktır. Bu durumda sadece Fransa’nın NATO’ya antipatik olduğu düşünülse bile, Fransızlar da Avrupa’nın savunma harcamalarındaki masraflarının NATO’suz bir gelecekte çok daha fazla olacağını biliyorlar.
Kısacası bugün NATO ya da genel olarak Atlantik ittifakı aşksız bir evliliğe dönüşmüş durumdadır. Tarafların ortak çıkarları bir süre daha NATO’nun mevcudiyetinin süreceğini gösteriyor; ancak NATO bundan sonraki ömründe Atlantik rekabetinin müzakere edileceği bir zemin olmak durumundadır. Bu zeminde zaman zaman ortak tavır noktaları aranacaktır; ancak taraflar küresel bir rekabete doğru giderlerken küresel çapta bir ortak stratejik düşüncenin oluşturulması artık mümkün değildir.
NATO içinde meydana gelen bu önemli dönüşümün Türkiye’yi nasıl etkileyeceği tartışılmalıdır. Tarihindeki son yüzyıl boyunca izlediği stratejik perspektif ve özellikle Soğuk Savaş döneminin şartlarının dayattığı bir zorunluluk olarak Türkiye, kendisini Batı’yla ittifak halinde konumlandırdı. NATO bu ittifakın kurumsallaşmasıydı ve NATO’ya üye olabilmek için Türkiye Kore Savaşı gibi lüzumsuz fedakârlıklar yaptı. Oysa savunmasının masraflarını tamamen ABD’ye yıkarak, kaynaklarını ekonomik kalkınmaya da harcayabilirdi. ABD’nin Türkiye’yi savunması, Türkiye’ye verilmiş bir sadaka değil, kendi güvenlik gerekliliklerinden kaynaklanıyordu. Türkiye, Soğuk Savaş döneminden ekonomik kalkınma anlamında istifade edemedi; ancak NATO üyeliğini de şimdiye kadar bir Batılı kurum içindeki en ileri üyelik olarak tarihine kaydettirdi. Bu nedenle NATO’nun geleceği Türkiye’nin tarihî Batıcı perspektifi için önemlidir. Diğer taraftan Avrupa entegrasyonunda kendisine bir yer bulamaması halinde NATO içindeki veto hakkını Avrupa askerî entegrasyonuna karşı kullanması mümkün olmaktadır. Ancak Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrasında Batı içindeki rekabet unsurlarının iyice ayrıştığı bir dönemde, Batı’ya yönelik politikalarını eskimiş bir kurumun içinde yürütebilmesi artık mümkün değildir.
NATO Zirvesi’nin İstanbul’da yapılacak oluşu, İslam’ın dünya siyasetinin merkezinde olması nedeniyle, aksi halde son derece sıkıcı olabilecek bir zirveyi ilginç hale sokuyor. Bunun anlamı, Türkiye’nin asıl gücünün bir Batılı askerî ittifakın üyesi olmasından daha çok, geçmişinde, merkezinde olduğu İslam coğrafyasına ait bir ülke olmasıdır. Bu ikisi arasındaki çelişkinin ne ölçüde giderilebileceği Türk dış politikasının bundan sonraki istikametine şekil verecek.
NATO İstanbul Zirvesi’nin resmî ambleminde Boğaziçi köprüsünün bulunması da Batı’nın, Türkiye’nin oynadığı bu rolün farkında olduğunu gösteriyor. Anlaşılan Batı, Orta Doğu, Kafkasya ve Orta Asya gibi Müslüman nüfuslu bölgelerle ilişkilerde Türkiye’yi üzerinden geçilecek bir köprü olarak görmeye devam ediyor. Başta ABD olmak üzere Batı, İslam dünyasına yönelik planlarına İstanbul mührünü vuracak sembolik bir meşruiyetin arayışı içinde. Türkiye’nin ABD merkezli projelerde model ülke olarak sunulması, aslında çelişkili olarak Türkiye’nin reddetmeye çalıştığı bir tarihî mirasın başkaları tarafından kullanılması anlamına geliyor. Türkiye ise kendisini merkezde konumlandıracak irade ve reel güce sahip olmaya çalışmazsa, başkalarının mutfağında pişen projelerin taşeronluğunu yapmaya mahkum görünüyor.

Paylaş Tavsiye Et