Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2004) > Dosya > Tarihin gölgesinde Japon-Çin ilişkileri
Dosya
Tarihin gölgesinde Japon-Çin ilişkileri
Hasan Kösebalaban
AVRUPA ekonomik entegrasyonu geride bırakıp, koşar adımlarla siyasî entegrasyon yönünde ilerlerken, Kuzey Amerika NAFTA bünyesinde ekonomilerini birleştirirken, Asya henüz bu yolda emekliyor. Bu yavaşlık birçok ekonomik ya da politik nedenlerle açıklanabilir; ancak asıl neden tarihî hafızanın yoğurduğu millî kimliklerde yatıyor. Avrupalılar İkinci Dünya Savaşı’ndan kalan hafızalarını bir tarafa bırakıp, soğukkanlılık ve rasyonellikle hareket ederek bugün ulaştıkları noktaya gelebilmişken, savaşın bıraktığı iz Asya’da hâlâ çok canlı. Bu olumsuz tarihî hafızanın meydana gelmesinin ve canlılığını korumasının en büyük sorumlusunun Japonya olduğu ise aşikâr.
Asya’da başlayacak muhtemel bir Asya ekonomik entegrasyonun ağırlığı, Çin ve Japonya’nın üzerinde olacaktır. Çin-Japon ilişkileri bu anlamda AB’nin omurgası olan Alman-Fransız ilişkilerine benzer. Çin devasa nüfusu ve coğrafyası ile bu birliğin gövdesi iken, Japonya araştırma-geliştirme ve üretim kapasitesi ile onun beyni mesabesindedir. Muhtemel bir Birleşik Kore ise, bu birliğin üçüncü ayağını teşkil edecektir. Her üç ülkenin de ekonomileri, birbirlerini tamamlayıcı özelliktedir. Ancak Japonya’nın bir Asya ekonomik birliği fikrine sürekli soğuk kalışı, böyle bir birliğin ekonomik rasyonellik ve çıkarlardan daha çok, tarihî süreçle birlikte ortaya çıkan ulusal kimlikle ilgilidir. Bölgenin bugün içinde bulunduğu siyasî şartlar, tarihe bakmadan anlaşılamaz.
 
Japonya’nın Asya Kimliğinden Kopuşu
Doğu Asya’da bölgesel ilişkileri belirleyen şartlar ancak Japon tarihinin tam olarak anlaşılmasıyla mümkün olabilir. Japonlar, 1603-1867 yılları arasında Tokugawa dönemi adı verilen dönemde yaklaşık iki buçuk asır süreyle dünyadan tam bir izolâsyon hâlinde, ancak büyük ölçüde istikrar içinde yaşadılar. Amerikalı Amiral Perry 1854 yılında dev gemilerini Japonya açıklarına demirlediğinde Japonlar neye uğradıklarını şaşırmış, âdeta bir rüyadan uyanmışlardı. Perry ve onu takiben Avrupalı güçler birer birer zayıf düşen Tokugawa şogun’una ağır şartlar içeren kapitülâsyonları dayattılar. Genç milliyetçi samuraylar, Japonya’nın içine düştüğü bu durum karşısında şaşkına dönmüşlerdi. Nitekim bu genç samuraylar güçlerini Batı karşısında âciz duruma düşen Tokugawa rejimine karşı birleştirerek başlattıkları ayaklanma sonucu, sürgünde bulunan Japon imparatorunu başa geçirip yeni bir merkezî devlet kurarak Meiji dönemini başlattılar. Milliyetçi samuraylar Japonya’nın etrafını saran Batı’ya karşı güçlü olmanın, ancak modernleşme ve Batılılaşma suretiyle mümkün olabileceğine ikna olmuşlardı.
Yeni Japon rejimi çok hızlı ve köklü bir Batılılaşma sürecine girişti. Sistemin siyasî felsefesi milliyetçilikle Batılılaşmanın sentezine dayalıydı. Meiji devletinin resmî felsefesine göre, Japonların yüzyıllarca kendilerine rehber edindikleri Çin artık âtıl ve tembel bir kültür hâline gelmiş, medeniyetin merkezi Batı’ya kaymıştı. Japonya’nın güçlü olabilmesi için bir yandan Batılı fikir ve kurumların yerleştirilmesi, diğer yandan ise Çin’le olan kültürel ortaklığın yok edilmesi gerekmekteydi. Bu ortaklığı sürdüren Budizm’e karşı savaş açılarak, yerine Japonya’ya özgü bir dinî felsefe olan Şintoizm tesis edildi.
Kısacası Japonya bir de-oryantalizasyon süreciyle, medeniyet aidiyeti hislerini Doğu’dan Batı’ya kaydırmıştı. Ancak bu bağın kopması Japonya’nın yüzünü Asya’dan geri çevirmesini gerektirmeyecek, sadece Japonya Asyalılara bir Batı ülkesi gibi davranacaktı. Bunun pratikteki anlamı, sömürgecilik ve işgaldi. Ancak bu sömürgecilik, söylem bazında “medenîleştirme misyonu” ve “sarı adamın vazifesi” gibi sözlerle ifade edildi. Japonlar, temsil ettikleri Batı medeniyetini Asya’ya taşımak gibi bir vazifeyi üstlerine almışlardı ve Asyalıların buna karşı direnişleri “karanlığın, medeniyete ve aydınlanmaya karşı direnişi” olarak adlandırıldı. Japonya, medeniyet aidiyetinde ne kadar isabetli olduğunu ispat edercesine 1894-1895 yılındaki bir savaşta Çin’i mağlûp etti. Bu savaş psikolojik etkileri açısından oldukça önemliydi: Batılı Japonya, eski medeniyet rehberi Çin’i dize getiriyordu.
Japonların, Asya’yı paylaşım konusunda anlaşmazlığa düşerek karşı karşıya geldiği Rusya’yı 1905 yılında mağlûp etmesi ise, bütün dünyaya Japonya’nın da artık bir dünya gücü olduğunu ispatlıyordu. Bu zafer, Batılı olmayan ve sömürgecilik altında yaşayan toplumlarda büyük heyecana yol açtı. Yüzyıllardan bu yana ilk defa bir Asyalı ülke, Batılı bir dev gücü mağlûp ediyordu. Japonların bu başarısı Türklerin de ilgisini çekmiş ve Osmanlı idarecileri, Japonya denilen adalardan haberdar olmuştu. Bu durum, Japonlar için Asya liderliği açısından bulunmaz bir fırsattı. Ancak ilginçtir ki, Japon liderler Ruslara karşı kazandıkları zaferi Asya’nın Avrupa’ya karşı zaferi olarak görmediler; Japonlara göre bu, Batılılaşan Japonya’nın Asyatik üretim anlayışını devam ettiren gerici Ruslara karşı zaferiydi. Dolayısıyla kazanan Batı medeniyeti, kaybeden ise gerici Doğu zihniyeti olarak algılandı. Bu noktaya kadar Japonlar, Batılı kimliğin kendilerine yakıştığını düşündüler ve İngiltere’nin en yakın müttefiki olma ayrıcalığının sağladığı prestij, onları gayri-medenî kabul ettikleri Asyalılara karşı saldırgan hâle getirdi.
 
Batı’yla İlk Hayal Kırıklığı
Japonlar için asıl kültürel şok Birinci Dünya Savaşı sonrasında başlayacaktı. Savaşa İngiltere saflarında giren Japonlar, önemli toprak kazanımları olmasa da savaş ekonomisinin etkisiyle maddî olarak bir dünya gücü olarak sivrildiler. Savaş sonrasının dünya sistemini oluşturmak için Paris’te kurulan masaya Japonya da davet edildi. Japonya’nın yeni sistemden bir talebi vardı: ırkların eşitliği ilkesinin Milletler Cemiyeti beyannamesine dahil edilmesi. Ancak bu talep, Japonları şaşırtan bir şekilde başta İngiltere olmak üzere Batılı güçler tarafından reddedildi. Japonya’ya sus payı olarak, savaşın mağlûbu olan Almanlardan kalan birkaç Pasifik Okyanusu adasının mülkiyeti verildi. Japonlar susmuştu susmasına ama şaşkınları geçmemişti. Buna ilâveten Amerika’ya Japonya’dan gelen göçmenlere sınırlamalar getirilmesi, Japonya’nın kendisinin ne kadar Batılı sayıldığına dair şüphelerini artırdı.
Bu gelişmeler üzerine Japonya’da Batıcı elitler güç kaybetmeye, Asyacı entelektüel ve bürokratik elitler güç kazanmaya başladılar. İki savaş arası dönemde Japonya tedricen Batılı medeniyet aidiyeti algılamasından tekrar dönüş yapmaya başladı. Japonya’nın Mançurya’yı işgal edişi Milletler Cemiyeti’nce reddedilince, Japonlar Mançurya yerine Cemiyet’ten çıkmayı tercih ettiler. Bütün bu gelişmeler liberal Batıcı Seiyukai Partisi’nin güç kaybetmesine ve sistemin yavaş yavaş askerlerin eline geçmesine yol açtı. Özellikle askerî bürokrasi içinde Batı karşıtlığı ve Asyacılık söylemi yükseldi.
Japonya’da yükselen bu yeni Asyacılık akımında Japonya’nın yüklendiği misyon Asya’yı Batı’dan kurtarmaktı. Asyalıların kurtuluşu, ancak Japonya’nın liderliği ile mümkün olabilecekti. Oysa son bir yüzyıl içinde Japonya’yı tanıyan Asyalıların böylesi bir kurtuluş arayışı yoktu. Dolayısıyla Japonlar misyonlarının zoraki bir görev olduğunu gördüler ve Asya’yı zorla kurtarmaya giriştiler.
Eğer bugün Japonya ile Asya arasında bir köprü kurulamamış ise, bunun en büyük nedeni Japon işgal yönetiminin Asya’da bıraktığı nefrettir. Japonlar bu tarihî mirasla yüzleşmek yerine, yeni nesillere tarihi unutturmayı hedefliyor. Örneğin, 1982 yılında gerçekleştirilen eğitim reformundan sonra ilk, orta ve lise müfredatında Japonya’nın Asya’yı işgaliyle ilgili yeterli bilgiler verilmiyor ve yeni Japon nesiller savaşla ilgili bilgilere sahip olmadan eğitimlerini tamamlıyorlar.
Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Japonya’ya hâkim olan siyasî elitin kimliği, Japonya’ya Meiji döneminde yerleştirilen Batıcılık’tır. Bir başka deyişle, Japonya yüzünü Batı’ya dönmüş ve Batı’yla ilişkileri önceleyen siyasî elitler tarafından yönetilmektedir. Savaş öncesi dönemdeki Asyacı askerî bürokratik yapı Amerikan işgaliyle tamamen yok edilmiş, yerine Batıcı sivil siyasî bürokrasi yerleştirilmişti. Japon Batılılaşmasının filozofu Fukuzawa Yukiçi’nin resminin Japonya’nın en yüksek değerli banknotuna konulması da, Japon kimliğini simgelemektedir. Japonya’da yeniden Asyalılaşma akımı varlığını sürdürse dahi, bunun güçlü ekonomik bürokrasi nezdinde rağbet görmesi için ancak Asya’nın, pazar değeri olarak Japon ekonomisini Amerika’ya bağımlı olmaktan kurtarması gerekir.
 
Japon Ekonomi Politiğinde Çin’in Artan Önemi
Japon ekonomisi açısından, Amerika’nın inkâr edilemez ağırlığına rağmen Asya’nın pazar değeri giderek büyümektedir. 1997 Asya ekonomik krizinden önce Asya Japon ihracatının toplam yüzde 40’ını emiyordu. Özellikle Çin’in, gerçekleştirdiği ekonomik büyümeyle birlikte alım gücünü artırması, bu ülkenin Japonlar nezdindeki önemini her yıl daha da artırıyor.
Bununla birlikte Çin, Japon toplam dış ticaretinin yüzde 12’lik bir kısmını karşılarken, Amerika’nın payı hâlihazırda yüzde 24 seviyesindedir. Ancak yine de Çin, Japonya’nın ithalât yaptığı bir numaralı ülke durumunda. Birçok Japon firması üretimlerini Çin’e kaydırarak, ürünlerini buradan tekrar Japonya’ya ithal ediyorlar. 2004 rakamlarına göre, Japonya ABD ile olan ticaretinde 548.3 milyar yen, Asya’yla olan toplam ticaretinde ise 513.7 milyar yenlik bir fazlalığa sahip. Bu rakamlar, Asya’nın –henüz Amerika’ya denk bir ekonomik güç olamamasına rağmen– Japon dış ticaretindeki ağırlığının arttığını gösteriyor. Kısacası, geçmişe göre bugün Japonların Asya’ya sırt çevirmemelerini gerektiren pek çok neden mevcut. Öte yandan Çin, diğer Doğu Asya ülkeleriyle olan ekonomik entegrasyonda Japonya’yı geride bırakmış ve yine Asya ülkeleriyle Japonya’dan daha fazla sayıda serbest ticaret anlaşması imzalamış durumda olmasıyla, bölgesel ekonominin liderliğini Japonya’dan alabilecek ve belki de Japonya’nın olmadığı bir Asya ekonomik birliğini zorlayabilecektir. Bununla birlikte Çin’in dışında kalan Asya ülkeleri, Japonya’nın olmadığı bir birliğin içinde Çin’le yalnız başına kalmak istemiyorlar ve bu durum, Japonları gönülsüz de olsalar bölgesel işbirliği konusunda zorluyor.
 
Siyasî İlişkilerde Devam Eden Soğukluk
Artan ekonomik ilişkilerine rağmen Japonya ile Çin, aralarındaki tarihî soğukluğu giderebilmiş değiller. Japon Dışişleri Bakanı Yoriko Kawaguçi’nin geçtiğimiz ay gerçekleştirdiği Çin gezisinde iki önemli konu gündeme getirildi: Başbakan Junichiro Koizumi’nin Japonya’nın savaş dönemi liderlerinin anıldığı Yasukuni Tapınağı’na yaptığı ziyaretler ve Doğu Çin Denizi’nde bulunan Senkako (Çince Diaoyu) adaları üzerindeki ihtilâf. Bir tapınağın ziyaret edilmesi, neden bir uluslararası kriz hâlini alabiliyor? Bunun en önemli nedeni, Japonya’nın işgalci tarihlerine yönelik redd-i mirasta bulunmamaları. Koizumi’nin Yasukuni’yi ziyareti, pratik açıdan Schröder’in Hitler’in mezarını ziyaret etmesiyle hemen hemen aynı anlamı taşıyor. Almanya’da yapılabilecek böyle bir ziyaret, hiç kuşkusuz bütün Avrupa’yı karıştırırdı, çünkü Almanlar savaş öncesi Nazi dönemiyle hesaplaşma içindeler. Japonlar her ne kadar özür dilemeci bir politika izledilerse de, resmî Japon politikası, savaş döneminin hiç yaşanmamış olmasını tercih ediyor. Almanya için savaş sonrası dönem, savaş öncesi dönemden bir kopuşu temsil ederken, Japonya açısından bir sürekliliğin hâkim olduğu görülüyor. Amerikan işgaline rağmen İmparator Hirohito’nun tahtta kalması, bu sürekliliğin belirgin bir sembolüydü. Almanya’nın ikiye bölünmesi ise kopuşun sembolü oldu.
Japonya’nın Asya’ya geri dönmesi ancak bir kimlik değişikliği ile mümkün olabilir. Japonlar, kendilerini Asya’da bir türlü evlerinde hissedemiyorlar ve bu nedenle bölgesel entegrasyonu sürükleyecek güce sahip değiller. Japonya’nın yakın tarihi bize göstermektedir ki, ne medeniyet aidiyeti sun’î çabalarla değiştirilebilir, ne de sentez medeniyet kimlikleriyle merkez ülke olunabilir. Japonya’nın Çin ve diğer Asya ülkeleriyle geleceği, onun Asyalılıkla Batılılık arasında vereceği kararda düğümleniyor. Japonya’nın bir dünya gücü olabilmesi ise, kenarda kalmakla ya da şimdilerde çokça seslendirildiği gibi bir medeniyet köprüsü olmakla değil, kendisini Asya’nın merkezine almasıyla mümkün olabilecektir.

Paylaş Tavsiye Et