Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2004) > Hatırlıyorum > Ali Ulvi Kurucu’nun hatıraları / Bölüm II
Hatırlıyorum
Ali Ulvi Kurucu’nun hatıraları / Bölüm II
Hazırlayan: Coşkun Yılmaz
 
Burada, 3 Mart 1922’de Konya’da başlayıp, 3 Şubat 2002’de Medine-i Münevvere’de nihayete eren, yazılmamış bir tarihin gizemi, yaşayan/yaşanan kamil bir medeniyetin güzellikleriyle dolu 80 yıllık dünya yolculuğunda, “bir evvel zaman üstadı” gibi yaşamış, “nef-i nâs ile hayrü’n-nâs” olmuş, hatıralarıyla yaşayan tarih ve tarihi yaşatan bir adamın hayatına/tarihe düştüğü notlardan kesitler sunmaya devam edeceğiz...
Rahmet ona…
  
Göçü’den Konya’ya/ Havuzdan Denize
Babam, annemin köyünde hem imamlık yapar, hem de muallimlik... Köye bir mektep yaptırmış; çocuklara Kur’an okumasını, yazı yazmasını dört işlem (a’mâli erbaa) hesap yapmasını ve makam öğretiyordu. Hem Latin harflerini öğretiyor, hem de eskimez yazımızla medresesinde eğitime devam ediyordu. Bir gün jandarmalar mektebi bastı; “ihbar var” diyorlardı. O gün jandarmalar ikna edildi ama “ihbar var” baskınlarının arkası kesilmedi... Her gelişlerinde atların heybelerine ballar, yoğurtlar, yumurtalar, bakraçlar sepetlerle konuluyordu. Baskılar Kur’an okutamaz hale getirince, babam, “Kur’an öğretemeyeceksem bu köyde benim ne işim var diyerek” Konya’ya, Tekke Mahallesi Mescidi imamlığını üstlenerek dönmeye karar verdi.
Küçük olmama rağmen o manzarayı hâlâ hatırlarım. Köylü bizi uğurlamaya geldi; çok üzgündüler. Çocukların hali pek acıklıydı, hepsi ağlıyordu. Peder yolun yarısını ağlayarak geçirdi.
Konya’ya geldik. Havuzdan göle, gölden denize çıkmış balığa benzedim. Daracık köy muhitinden Konya’ya gelmek benim için büyük bir inkılap oldu. Köyde türkü okuyan Kara Havva’nın, Hasan’ın yerine, minareden ezanlar, camilerden mevlitler dinlemek, bilhassa da Ramazan mukabelelerine katılmak benim için çok farklıydı. Zekai Efendi’yi, Sivaslı Derviş Ahmed’i, Karamanlı Mevlid Efendi’yi dinlemeye başlıyordum...
 
Kapı Camii’nde Başhafız Oluşum
On bir yaşımda pederin himmeti ile hafızlığım çok sağlam oldu. Yanılmadan okuyan “demir hafızlar”dan oldum. Babam Kur’an’ı daha güzel, tertîl üzere okumak için beni Kadirî Şeyhizade Ali Efendi’ye gönderdi. 1933 başlarında Ali Efendi’nin girişimiyle Kapı Camiinde mukabeleye başladık, beni başhafız yapmışlardı.
 
Bakkallığa Başlıyorum
İmamlık yaptığı mescidin vakıf dükkanlarını belediye zapt edince, babamın maaşı kesildi. Toptancı bakkal dükkanı işleten komşumuz Kara Mustafa Efendi, babama ortaklık teklif etti. Babam da evin geçimi için bu teklifi kabul etti. Bir süre sonra da ben burada çalışmaya başladım; dükkanı açıp kapatıyordum. Bu iş 1938-39 yılları arasında bir buçuk sene kadar devam etti. Fakat peder rahat değildi. Başhafız olmuş, sarf, nahiv okumuş, Molla Camii’ne geçmesini beklediği, alim yetiştirmek istediği oğlu bakkal olmuştu.
 
Hicret Hazırlıkları Başlıyor
Bir gün dükkanın önünden geçen Mustafa amcam, “Sen cüppe mi giyecektin, bakkal gömleği mi?” dedi. Bu konuşmayı aktardığım babam şunları söyledi: “Evladım bu kaderdir, ama suçlusu pederdir. Ben bu derdi çekiyorum, sabredelim inşallah sonunda bir hayır vardır...”
Babam kaç defa öğrenci okuturken basılmış, tutuklanıp nezarete atılmıştı. Bu durum onu kahrediyordu. 1935’den itibaren “Hicret, hicret... İnsan evladını okutamazmış, ben sizi okutacağım...” diyordu. Amcamın konuşmasından sonra hicrete karar verdi.
Cenab-ı Hak bir hadisenin zuhurunu murad buyurdu mu, sebepler halk eder. Dinî ilimler tahsili için Camiatü’l-Ezher’e, Kahire’ye gitmem için pasaport istediğimi belirten dilekçemi valiye götürdüm. Vali, emniyete havale etti. Halbuki dilekçeleri soruşturur, ondan sonra havale edermiş. Hele o günlerde, dinî ilimler tahsili için Kahire’ye giden bir gencin dilekçesi tabii ki önemli sayılırdı; ama bekletmedi.
Peder, hicret kararını zaruri olarak bilen ve duyanların haricinde, geri kalanlardan saklıyordu. Babamın mesleği ve parasının olmadığını, yaşı ilerlediği için mağdur olacağını düşünenler onu kararından vazgeçirmek istiyorlardı. Babam onlara şöyle dedi: “Allah bana üç oğul verdi; üçünü de okutmak şerefinden mahrumum. Ben mal, mülk, servet istemedim; çoluk çocuğu okutayım dedim. Çünkü bize pederimizden kalan miras, okutmadır. Hafız yaptım ama alim yapamadım; bundan men edildim. Ben bu yola gideceğim, elimdeki parayı bitirinceye kadar onları okutacağım. Param bitince de, Allah’ın izniyle, hacılara su taşıyacağım, sakalık yapacağım, sırtımda tulumla hüccaca su götüreceğim, ama onları okutmaktan vazgeçmeyeceğim...”
 
Konya’ya Veda
1939 Eylül’ünde Medine’ye gitmek için Konya’dan ayrıldık. İstasyondaki uğurlama bir hadise oldu. Herkes “bir daha ahirette görüşürüz” kanaatindeydi. Öyle de oldu. Babam, amcam ve diğer dostlarıyla bir daha dünya gözüyle görüşemeden Medine’de vefat etti. Ben de ancak on altı sene sonra Konya’yı ziyaret edebildim. Benim üzerimde ise ilahî bir memnuniyet, sevinç vardı. Bu hicret benim için hayırlıydı; yoksa neredeyse bakkal olup kalacaktım.
İstanbul’dan İskenderiye’ye “Bükreş” vapuruyla geldik. İskenderiye’den Kahire’ye, oradan da Süveyş’e trenle geçtik. Buradan “Taludî” vapuruyla Cidde’ye doğru yola çıktık. Cidde göründükten sonra babamın vapurun güvertesinde secdeye gittiğinde hıçkıra hıçkıra bir ağlaması vardır ki, hayalimden silinmez bir manzaradır.
 
“Annenin Ölümü Kaderde Varsa...”
Annem vapurda terlemiş, üşütmüştü. Karnına müthiş sancılar giriyor, istifra ediyordu. O sıralarda otuz beş yaşlarındaydı. Çok halsiz düşmüştü: Bize “sizi Allah’a emanet ediyorum” diyordu. Allah’a, “Beytullah’ı, Muhammed Mustafa’nın Ravza’sını göreyim de öyle öleyim” diye yalvarıyordu.
Babam bu durumdan çok muzdarip oldu. Evde oturamadık, caddeye çıkıp yüksekçe bir yere seccademizi serip oturduk. Babam Hazreti Hacer validemizin kıssasını anlatmaya başladı. Sonra, “Biz de onların bırakıldıkları yerlere gidiyoruz. Onların gününde ne yiyecek, ne içecek, ne de oturacak kulübe vardı. Bugün, elhamdülillah, Mekke-i Mükerreme koca bir şehir. Oğlum asla yılmayız, korkmayız. Onları bırakmayan Allah bizi de bırakmaz... Anneni kaybetmek kader de varsa...”
Ben sözün burasında ağlamaya başladım. Gurbet var, karanlık var, yorgun ve uykusuzum, nereye gideceğimiz belli değil, gencim, yaşım daha on yedi, on sekiz...

Paylaş Tavsiye Et