Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2004) > Topluyorum > Türkiye’de yerel yönetim ve siyaset
Topluyorum
Türkiye’de yerel yönetim ve siyaset

 

Arkadaşlar, Mart ayının tartışmasını, yerel seçimler dolayısıyla yerel yönetim ve siyaset konusuna ayırdık.
Halbuki benim beklentim farklıydı.
Sen ne bekliyordun ki?
“Mart ayı dert ayı” derler. Biliyorsunuz bu ay vergi ayıdır. Vergi politikalarını ve kamu maliyesini tartışabilirdik.
“Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” da derler. Ben de hava durumunu tartışmak istiyorum aslında.
Hava durumunun ne alâkası var bizim dergiyle?
Son yıllarda iklimde yaşanan değişiklikleri fark etmiyor musunuz? Klimatoloji uzmanları felaket senaryoları yazıyor. Küresel ısınma ve çevre sorunları da uluslararası siyasetin önemli bir gündem maddesi.
İsterseniz şöyle bir ara yol bulalım. Yerel yönetimlerin hem vergi ve kamu yönetimi ile hem de son iki kar krizinde İstanbul’da yaşadığımız üzere havalarla ilişkisi var.
Evet bu tam başkanımıza yakışır bir çözümleme oldu. Tebrik ederim.
Zaten ne zamandır iç siyasete değinmedik. Bence de iyi olur.
Ama mümkünse şehirciliğin teknik yönünden ziyade felsefî yönü ön planda olsun.
Biraz izah et, hem de bu vesileyle tartışmaya başlamış olalım.
Hem kelime manası, hem de muhtevası itibarıyla şehir medeniyet demektir biliyorsunuz. Mezopotamya medeniyetleri Babil ile, Mısır İskenderiye ile, Yunan medeniyeti Atina ile, Çin Pekin ve Yasak Şehir ile özdeştir. Roma şehri iki bin yıllık bir imparatorluğu ortaya çıkarmış, Roma İmparatorluğu da hâlâ Avrupa fikri için merkezî önem taşımaya devam eden Roma şehrini kurmuştur.
Bizim için de öyle değil mi? Hz. Muhammed’in hicretiyle birlikte Yesrib, Medine’ye dönüşmedi mi? Yesrib’e Medinetü’r-Resul, yani peygamberin şehri adı veriliyor.
Evet. Medine, yani şehir İslam medeniyetinin şehir prototipi olmasının yanı sıra mana itibarıyla medeniyetin de köküdür. İslam medeniyetinin bütün şehirleri Medine’nin felsefesiyle kuruldu. Bir şehrin ruhuna bakarak onun temelinde yatan medeniyeti görebilirsiniz.
Peki bizim şehirlerimizin temelinde ne var?
Çimento var… Ne yazık ki su medeniyetinin bilgeliğinden, çimentoyu suyla karıştırarak para kazanma zihniyetine kaymış olduğumuzu gösteriyor.
Şimdilerde ne yazık ki öyle; ama tarihe bakacak olursak Osmanlı şehirlerinin fizikî yapısı ve hatta devletin başkentlerinin değişimi ile Osmanlı dünya görüşü arasındaki irtibat çok güçlüdür.
Bugün Avrupa’nın büyük şehirlerinde, o şehirlerin tarihini hissedebiliyorsunuz. Modernleşme şehrin dokusunu tahrip etmeden gerçekleştirilebilmiş. Şehrin kuruluşundaki stratejik planlamayı, şehri düzgün kullanıp insanca yaşayabilmeyi amaçlayan düzenlemeleri, hatta yönlendirmeleri görebiliyorsunuz. Halbuki bizim şehirlerimizde tam bir karmaşa, düzensizlik ve plansızlık hakim.
İşte bu da zaten topluma hakim olan zihniyetin arka planını ortaya koymuyor mu? Bugün kaosun somutlaşmış hali olarak gördüğümüz şehirler, Osmanlı döneminde her göreni hayran bırakan mekanlardı.
70 yılı aşkın bir süredir yayın hayatına devam eden çok köklü bir dergi olan Urbanisme’de modern mimarinin önde gelen şahsiyetlerinden Le Corbusier’nin İstanbul ile ilgili şöyle bir sözünü hatırlıyorum; “İstanbul’un muhteşemliğinin sırrı şu: Sokak tarafından kentsel, özel tarafından doğal ve evcil”. Tabii 1911 yılındaki İstanbul’dan bahsediyor.
Le Corbusier’nin İstanbul hakkında çok ilginç tespitleri vardır. Haliç’ten itibaren evlerin duvarlarının ahenk ile yükselmesi, kullanılan renkler, cumbalar ve saçakların şehrin görünümüne kattığı estetik hareket, çatıların arka planda yükselen camilerle sağladığı uyum… Camilerin yerleşimleri de öyledir. İstanbul’da Ayasofya’dan itibaren bakarsanız Şehzade, Fatih, Yavuz Selim ve Mihrimah Sultan bir yönde; Yeni Cami, Süleymaniye diğer yönde şehrin siluetini çizer.
Tabii bugün o siluetler, birbiriyle uyumsuz, estetikten yoksun yüksek binaların arasında görülmez hale gelmiş durumda.
Halbuki o camilerin her biri, üzerine inşa edilmiş olduğu tepenin adeta tabii bir uzantısıdır. Sık sık şahit olduğum bir tartışma var: Ayasofya’nın kubbesi şu kadar metreymiş, Mimar Sinan ona galebe çalmak için şu kadar daha geniş ve yüksek kubbe yapmış deniyor. Halbuki Sinan gibi bir deha, böyle basit hesaplarla kubbe yarıştırmaz, yaptığı binanın çevreyle ahenk içinde olmasını öncelerdi.
Şehir, biraz da yapılaşma demektir. Yapılaşma insanın en temel fıtrî ihtiyaçlarından olan barınmaya karşılık gelir. İnsan ya kendisini veya ekonomik, sosyal ve kültürel faaliyetlerini barındırmak için yapılaşmaya yönelir. Ama bir kere yapı vücuda geldi mi onu inşa eden insanın hayatını etkilemeye, hatta yer yer belirlemeye başlar. Bu yönüyle barınma fonksiyonunu aşan mimarî; insanın sahip olduğu varlık tasavvuru, zaman ve mekan idraki, bunların ayrılmaz bir parçası olan ‘ben’ idraki ve nihayet değerler sistemi ile bütünlük arz eder. Medenî davranış, yani şehirli davranışı, şehirlilik kültüründen doğar. Bu kültürel atmosferi oluşturan ise şehrin fizikî dokusudur.
Arkadaşlar, muhabbet çok güzel ama isterseniz biraz da şehirciliğin bugününden ve seçimlerden bahsedelim.
Evet, yoksa bugüne ilişkin söz edemeden topluYORUM bitecek. Şehirlerimizin bugünkü durumunun içler acısı olduğu konusunda herhalde hemfikiriz. Ben bunu dört nedene bağlıyorum. Birincisi, toplumsal kimliğimizle ilgili kafa karışıklığının ve belirsizliğin yol açtığı eklektik ve hatta kaotik zihin yapısı. İkincisi, stratejik planlama ve yönetimin bir yöntem olarak kamu yönetiminde ve şehircilikte benimsenmemiş olması. Üçüncüsü, iç göç ve bundan önce bahsettiğim plansız kentleşmenin yol açtığı düzensizliğe karşı duyarsızlık; bu toplumsal gelişmeyi siyasal ve ekonomik rant sağlamak için kullanan yönetim anlayışı. Ve son olarak şehirlilik kültürünü ve dolayısıyla medeniyet inceliğini kaybetmiş, estetikten yoksun, herşeyi işlevsellik noktasından değerlendiren yöneticiler.
İşlevsel baksalar canım yanmaz. Bir kazanç söz konusu değilse sadece rüküşçe bir gösteriş merakı var.
Niye canım, o kadar da haksızlık etmeyin. İyi işler yapanlar da olmadı mı?
Türkiye’de belediyecilik denince benim aklıma hemen kazılı yollar geliyor doğrusu.
Tabii, hepsi de altyapıdan sorumlu bu kadar farklı kurum olursa daha kapatılan çukurun çimentosu kurumadan yeniden kazılması gibi bir plansızlık yaşanır.
Benim aklıma da sürekli sökülüp yeniden döşenen kaldırım taşları geliyor.
Yıllar önce bir şehircilik uzmanının şöyle bir yorumunu dinlemiştim: “Bir ülkeye ilk defa gittiğinizde uygarlık seviyesini anlamak istiyorsanız kaldırımlara bakın; zira kaldırımların seviyesiyle uygarlık seviyesi ters orantılıdır.”
Bu hesaba göre biz yanmışız.
Ayrıca en olmayacak yerlere en pahalı malzemeyi, en uygunsuz biçimde ve en maliyetli yöntemlerle uygulamak da şehirciliğimizin temel esaslarından. Mesela, Ankara gibi kış boyunca yerden karın eksik olmadığı bir şehirde Hacı Bayram Camii’nin etrafına granit döşemek ve bu şekilde her karlı havada insanların düşmesine yol açmak bunun ilk aklıma gelen örneği.
Peki bütün bunların sebebi ne? Şehirlerimize planlı ve örgütlü bir biçimde kasteden bir şebekenin komplosuyla mı karşı karşıyayız?
Arkadaşlar bütün bunların nedeni kamu yönetiminde stratejik planlama anlayışından yoksun olmamız. Bakın bugün İstanbul 10 ila 12 milyon nüfusun yaşadığı bir kent. Birçok Avrupa ülkesinin nüfusundan fazla insan var. Diyelim ki bu zamanında önlenemedi ama şimdi bile yapılacak şeyler var.
Ne gibi?
Bugünkü durumda şehrin işyerleri, kültür merkezleri, üniversiteleri, hastaneleri, sosyal imkanları Avrupa yakasında kısıtlı bir alanda yoğunlaşmış. Meskenler ise daha çok Anadolu yakasında. Bir başka deyişle İstanbul’un Avrupa yakası gündüz, Anadolu yakası gece mekanı haline getirilmiş. Bu ise her gün milyonlarca insanın, toplu taşımacılığın yetersiz olduğu bir ortamda iki kıta arasında sürekli hareket etmesini zorunlu kılıyor. Bir fantezi olarak her gün kıtalar arası yolculuk yapmak ilginç gibi görülse de gündelik hayat haline gelince çekilmez oluyor. İsraf olan ekonomik kaynaklar ve zaman da cabası. Böyle bir durumda yönetimin üretebildiği en ileri çözüm ne?
Yeni bir köprü veya bir tüp geçit yapmak.
Evet. Halbuki bu çözüm, mevcut çarpıklığı derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Aslolan insanların işyerlerine, sosyal ve kültürel imkanlara yakın yerlerde ikâmet etmelerini sağlayacak tarzda şehri alt birimlere ayrıştırabilmektir.
Bence zihniyet de en az bunun kadar önemli. Şehirlere baktığımda ben insanlar için, insanların daha kaliteli bir hayat sürmesi için tasarlanmış mekanlar görmüyorum. İyi şehircilik örneği olarak gösterilen uygulamalar, mesela ulaşımı rahatlatan düzenlemeler, daha çok otomobiller için yapılan düzenlemeler. İzmir’in Kordonboyu’na altı şeritli yollar yapmayı planlamak, Tuzla’dan Avcılar’a viyadükler üzerinden giden yol projesini bir şaheser gibi sunmak, insanlarla deniz kıyısındaki rekreasyon alanlarının arasına işlek bulvarlar inşa etmek gibi.
Burada da aynı şey var. Toplu taşımacılığı yaygınlaştırmaya çalışmak yerine mevcut durumdaki bireysel çözümü, yani herkesin içinde birer kişi oturduğu otomobilleriyle yollarda oradan oraya seyretmesini veri kabul edip bu çarpıklıktan kaynaklanan sıkıntıları palyatif önlemlerle rahatlatmaya çalışmaktan kaynaklanıyor.
Değer algısı da önemli bence. Yine İstanbul’dan örnek vereceğim ama durumun bu kadar çarpıcı olduğu başka bir yer var mı, bilmiyorum. Tarihî yarımada olarak tabir edilen bölge sadece bizim için değil, bütün insanlık için bir kültür değeri. Medeniyetimizin merkezi burası. Aynı zamanda, İstanbul’daki üç üniversite hastanesinden ikisi ve birçok sanayi imalathanesi de burada. Bu olacak şey mi? Sirkeci gibi bir yere, şehrin arka siluetini perdeleyecek modern ve yüksek binalar yapılıyor. Bunu anlamak mümkün değil.
Süleymaniye semtinin haline ne demeli? Kaçak işçilerin kaldığı bekar odaları, çöp toplayıcıların ve hurdacıların depo olarak kullandığı mezbelelikler, bir imparatorluğun ihtişamının simgesi olan semti istila etmiş. Bu bir medeniyet cinayeti!
İsmail Kara’dan dinlediğim bir hadise de hâlâ her aklıma geldiğinde tüylerimi diken diken eder. İstanbul’un fethi sırasında şehit düşen askerlerden bir kısmının kabrinin de bulunduğu tarihî bir hazireyi, yanından geçen asfaltın aşağısında, yarı tahrip olmuş vaziyette bulduğu zaman şahit olduğu manzara şu; çocuklar oyun oynuyorlar ve içlerinden biri, yan yatmış bir mezar taşını kaydırak haline getirmiş, üzerinden kayıyor; bir diğeri elindeki kiremit parçasıyla bir başka mezar taşını karalıyor.
Gerçekten de korkunç! Ama zaten Dolmabahçe gibi bir sarayın arkasına bir stadyum ve bir de beş yıldızlı lüks otel dikerek dünya mimarî literatürüne tenakuzun zirvesi olarak geçecek bir çeşitliliği sergileyen, sarayın havalandırma kanallarını tahrip ederek bütün bir tarihi rutubetten çürümeye terk eden zihniyetten başka ne beklenebilir ki?
Sorunları anladık. Bunlara yol açan teorik etkenlerden de bahsettik. Peki daha somuta gelirsek?
Toplumun yaşadığı ortamın kullanışsızlığından, çirkinliğinden rahatsız olmaması veya olsa bile buna tepki göstermemesi de bir sorun.
İnşa edilmiş çevrenin kaotik çirkinliğini sürekli yeniden üreten nedenler politik kararlardan ve rant mekanizmasından, yapı endüstrisinin az gelişmişliğinden, işçilik ve bakım yetersizliklerinden, genel olarak kültürel ve estetik bilinçsizlikten kaynaklanıyor. Ama en önemlisi bence ilk saydığım.
Yani siyasal ve ekonomik rantiye bu sorunların müsebbibi. İsterseniz buradan seçimlerle ve Türkiye’de siyasetin yapısı ile bağlantı kuralım.
Her yerel seçim öncesi kaçak yapılaşmada inanılmaz bir artış oluyor. Belediye başkan adayları, oy alabilmek amacıyla ‘şimdiye kadar yapılmış olanlara karışmam, ben kendi dönemimden sorumluyum’ diyor. Mevcut başkanlar da çoğunlukla yeniden aday oldukları için yapılanlara göz yumuyor. Olan şehirlere oluyor.
Gerçekten öyle. Benim oturduğum semtte yapılaşma müsaadesi %15 ve yükseklik de 9,5 metreyle sınırlı. Özellikle 1999’daki depremden sonra çok sıkı bir denetim uygulanmış. Ama geçtiğimiz yazdan beri inanılmaz bir inşaat faaliyeti var. Eskiden çevremiz yeşilliklerle doluyken şimdi her karış toprağın üzerinde beton yığınları yükseliyor. Sadece oturduğumuz birkaç yüz metrelik sokakta on iki tane yeni inşaat var. Binalar birbirinin güneş almasını engelliyor, ışık almaya yönelik hiçbir plan yok. Bu evlerde oturacak insanların araçlar için ne yeterli yol ne de park yeri var. Binaların arasında boşluk, yeşil alan, park yok. Korkunç bir manzara ve inanılmaz bir rant oluşuyor.
Biliyorsunuz Türkiye’de siyaset çok pahalı bir iştir ve siyaseti müteahhitler finanse eder.
Türkiye’de siyasetle toplum arasında sağlıklı bir ilişki zemini tanımlanamadığı, siyasetin toplumsal meşruiyetinde hâlâ sorunlu bir durum söz konusu olduğu için siyaset ancak patronaj ağları üzerinden yapılabiliyor. Siyasetin alternatif toplum projeleri üretmeye yönelik olmaktan çıkıp merkezî otorite eliyle rant dağıtma mekanizmasına dönüştüğü her yerde kaçınılmaz olarak siyasetle ekonomi arasında böyle kirli ilişkiler oluşuyor.
Sistemin işleyişi de sorunlu. Bina bir kez yapıldı ve içine girip oturuldu mu kazanılmış hak oluşuyor. Su, elektrik, gaz, yol, her türlü altyapı hizmeti veriliyor. Tabii bu da yeni kaçak yapılaşmaları teşvik ediyor.
Ama imar mevzuatı da sorunlu. İnsanca yaşanacak konut alanları ayrılmamış, planlama yapılmamış, yasalara uygun mantıklı çözümler üretilmemiş. Öyle mantıksız bir düzenleme yapılmış ve rasyonel olmayan yasaklamalar getirilmiş ki insanlar adeta yasadışı davranmaya sevk edilmiş.
Türkiye’de sistemin işleyişi bu zaten. Önce uyulamayacak yasalar yapılır, vatandaş suçlu duruma düşürülür ki devlet otoritesi karşısında her zaman başı eğik olsun.
Söz konusu olan rant da öylesine büyük ki önünü almak çok zor. Mafya diye tabir edilen yasadışı örgütlere hayat alanı açılıyor ve onlar da bu başıbozukluktan beslendikleri için işleyişi destekliyor.
Sorunla mücadele etmesi beklenen kurumların ellerinde de yeterli donanım yok. Bir belediye yetkilisi bana İstanbul’a her gün yeni bir mahallenin eklendiğini, kendilerinin yasadışı yapılaşmaya engel olmak bir yana, zamanında tespit edecek olanaklara bile sahip olmadıklarını söylemişti. Demin bahsettiğim, eve bir kere yerleşince neden altyapı hizmetlerinin verildiğini de insanî gerekçelerle açıklamıştı.
Doğru. Kaçak yapılaşmanın söz konusu olduğu genellikle yoksul semtlerde öyle insanlık dramları yaşanıyor ki, sonuçta demokratik işleyişin parçası olan ve işbaşında kalmaları seçmen desteğine bağlı olan belediyeler de en kolay çözüme yöneliyor. Zaten alternatifler için gerekli kaynağa ve yetkiye de sahip değiller ki.
Ama bu yaklaşımla sorunun çözümü mümkün değil. Hatırlarsınız bir zamanlar şöyle bir düşünce tarzı yaygın olarak savunulurdu: Kamu otoritesi olarak şayet bir şeye engel olmaya gücünüz yetmiyorsa onu yasallaştırın ve bundan gelir sağlamaya, geçmişte yasadışı bir şekilde oluşmakta olan ranta ortak olmaya çalışın. Kaçak yapılara ecr-i misil karşılığı para cezası kesmek, orman arazilerini işgalcilere satmak, kumarhaneleri ruhsata bağlamak gibi. Burada yönetimin sahip olması gereken misyon, ufuk ve yönetim anlayışı ihmal ediliyor. Kamu yönetimi kamu çıkarını gözetmeyi gerektirir. Herşeye tüccar zihniyetiyle bakmak doğru değildir. Daha onurlu bir duruş ve sağlam bir ‘anlayış’ gerek.
Reklamları izlediniz!..
O kadar da olsun.
Peki bu son seçimleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben bu seçimlerin 1984 seçimlerine benzer bir sonuç vereceğini tahmin ediyorum. AKP büyük bir başarı kazanacağa benziyor. Önemli olan katılım oranının ne olacağı.
Son zamanlarda yaşadığımız en heyecansız, en renksiz seçim bu. Yarış adeta sadece AKP adayları arasında geçiyor. Bütün araştırmalar AKP’nin ezici bir çoğunluk elde edeceğini gösteriyor. İkinci olması beklenen parti AKP’nin üçte biri kadar oy alırsa çok iyi.
Peki AKP’nin neredeyse seçime tek başına girmesinin nedenleri ve sonuçları ne?
Çok ciddi bir muhalefet zaafı var. Ben bu durumun AKP’nin çok da lehine olduğunu düşünmüyorum. Çok klasik olacak belki ama iktidar her ortamda vardır; sağlıklı işleyen bir siyasetin göstergesi serbest ve etkin bir muhalefetin varlığıdır. Bu çarpık durum, AKP’nin de kendini sürekli öz denetim altında tutmasına, geliştirmesine ve dinamizmini korumasına engel oluyor.
Muhalefet yok değil ki, sadece siyaset dışı alanda. Bürokrasinin bazı unsurları, yüksek yargı organları ve hatta Cumhurbaşkanı zaman zaman muhalefet işlevini üstleniyor zaten.
İyi ama sorunun temeli de bu. Muhalefet, toplum tarafından oluşturulan yapılar aracılığıyla ve siyasal alanda olursa anlam taşır. Bu saydığın organların muhalefet yapması doğru da değil, sağlıklı da. Ama muhalefet alanı o kadar boşalmış ki bazı kurum ve kişiler bundan rahatsızlık duyarak yanlış yollara yöneliyor. Toplumsal muhalefetten ümit kesmek, buradaki zaafı başka yollarla gidererek siyaset dışı unsurları dengeleyici olarak kullanmaya çalışmak demokrasinin de, siyasetin de zaafa uğramasına, hatta tahrip olmasına yol açar. Unutmamak gerekli ki AKP’nin bu seçimde elde edeceği öngörülen parlak başarı, kendisinin başarısından çok rakiplerinin başarısızlığından kaynaklanmış olacak.
İyi de ne oldu bu muhalefete?
Aslında biraz önce bu seçimi 1984 seçimine benzetirken küçük bir hata yaptım. 1984 seçimiyle bu ay yaşayacağımız seçim arasında, 1984’te ciddi bir ekonomik çöküntü ve olağanüstü hal ortamının arkasından toplumsal tepkinin kendine en yakın gördüğü siyasî hareketi önce merkezî yönetimde, sonra da yerel yönetimde tek başına iktidara getirmesi ve genel seçimde başarılı olan ANAP’ın yerel seçimde neredeyse illerin tamamına yakınında yönetime gelmesi anlamında bir benzerlik var gerçekten.
Müracaat arka kapağımıza…
Evet ama 1984 seçimi, bir yıl öncesinde, yürütülmekte olan toplum mühendisliği projesi uyarınca seçime katılması engellenen solun gerçek temsilcisi SODEP’in, belediye başkanlığı bakımından olmasa da aldığı %25 oyla ciddi bir iktidar alternatifi haline gelmiş olmasını da getirmiştir. Halbuki bu seçimde solun durumu çok farklı.
Kamuoyu araştırmalarına göre, CHP’nin genel seçimde aldığı %19,4’e ulaşması bile zor gözüküyor. %34,3 oy almış olan AKP için ise %50’ye yaklaşan rakamlar telaffuz ediliyor.
Yerel seçimlerde, iktidara bu kadar yeni gelmiş, önünde daha uzun bir dönem olan bir partinin avantajlı olması anlaşılabilir. Üstelik önceki dönemde yaşanan performanstan sonra AKP en azından nispî olarak gayet başarılı bir performans da sergiledi. Ama üstelik de muhalefette olmasına rağmen CHP’deki bu gerileme beklentisini nasıl açıklayacağız?
Arkadaşlar, daha somut bir veri yok. Tahminler üzerinden ve varsayımlara dayalı konuşuyoruz, hatırlatayım.
Bunu anlayabilmek için Türkiye’de sol hareketin yakın geçmişini değerlendirmekte fayda var. 1970’li yıllara kadar Türkiye’de siyaset, sosyo-ekonomik alanda ideolojik farklılıklara değil, kültürel alandaki kamplaşmalara dayalıydı. Sağ ve solun karşılığı gerici ve ilericiydi. Burada ilerici kampta yer alan CHP, devletin resmî partisi olarak modernleştirmeci misyoner elitin siyasal kuruluşuydu. Toplumun isteklerini değil, kendi misyonunu dikkate alarak toplumsal bir değişimi hedefliyordu. Karşısında yer alan ve temelde hedefleri arasında çok büyük farklılık olmasa da bu süreci toplumun taleplerine daha uygun bir politika ile gerçekleştirmeden yana olan grubu ‘gericiliğe prim vermek’le suçluyordu. Dünya konjonktürünün dayatmasıyla çok partili sisteme geçilmesinin ardından CHP’nin hiçbir seçimde başarı sağlayamaması bu partiyi kendine toplumsal bir temel arayışına itti. Zira, çok partili siyasal yapıda, sahici bir toplumsal temele dayanmayan varlıkların yaşayamayacağı veya sürekli siyaset dışı desteğe muhtaç kalacağı anlaşılmıştı. O dönemde ‘ortanın solu’ söylemi geliştirildi ve CHP solcu oldu. Tabii eski dönemden tevarüs eden kadrolar içinde, eski kişiler ve fikirler varlığını sürdürdüğü gibi 1968 sonrası yükselen daha radikal unsurlar da yer alıyordu. Türkiye’de siyasetin patronaj ağı temelli işlediği daha önce bir arkadaşımız tarafından ifade edilmişti. İşte bu yapı içinde kendilerine uygun yer bulamayan veya mevcut rant dağıtımından tatmin olmayan gruplar kolaylıkla ayrılıp farklı örgütler kurma yoluna gittiler. İşte sol gelenekteki parçalanmanın temeli burada yatıyor.
Yani bundan dolayı mı toplamda %25-30 oy alan bu kadar çok sol parti var.
Evet ve üstelik yerel seçimlerin özelliği, belediye başkanlığı en fazla oy alan partinin olduğu için aynı veya birbirine yakın görüşteki adayların sayısı ne kadar fazla olursa o kesimin kazanma olasılığının da o kadar düşük olması.
Peki Türk siyasetini küresel etkileşimlerle ilişkilendirerek daha geniş bir perspektiften bakacak olursak siyasal yapıyı nasıl değerlendirebiliriz?
Benim üçüncü sayımızda AB’yi tartışırken söz ettiğim üç temel gerilim vardı. Ben bu çerçevede açıklanabileceğini düşünüyorum.
Neydi onlar, hatırlatır mısın?
Birincisi, Türkiye’nin son yüz elli, hatta iki yüz yıllık döneminde etkili olan ve son seksen yılda belirleyiciliği artan siyaset ve ekonomi alanında etkili merkez güçleriyle toplumsal çevre arasındaki gerilim. İkincisi, yine aynı süreçte söz konusu merkez güçler ile dünya sisteminin merkezindeki güçler arasındaki gerilim. Üçüncüsü ise tarihi çok daha eskiye dayanan ve Türkiye’deki toplumsal çevre ile dünya sisteminin merkezi arasındaki gerilim. Bizde siyaset, birinci gerilim ile ikinci gerilim arasına sıkışıp kalmıştır. Bu sıkışıklık arttığı ölçüde de tıkanıklıklar ve krizler yaşanmaktadır. Halbuki uzun vadede asıl belirleyici olacak olan bence üçüncü gerilimdir. Siyaset ve ekonominin merkez güçleri toplumsal çevreyle uzlaştığı ve toplumsal geçişkenliğe izin verildiği ölçüde üçüncü gerilimin etkisi ortaya çıkacak; bu ise Türkiye’nin dinamizmini, uluslararası etkinliğini ve istikrarını artıracaktır.
Bunun olmazsa olmaz ilk şartı, siyaseti, ekonomi-politik anlamda ekonomik paylaşıma karar verilen ama haksız kazançlara dayalı rant üretim ve dağıtım mekanizması olmaktan uzak bir alan haline getirmektir. Ayrıca, tekrar aynı yere vurgu yapacağım ama stratejik planlama ve yönetim anlayışını kamu yönetimine hakim kılmak da şart.
Reklamların diliyle söyleyecek olursak “eğitim şart” diyorsun yani…
Evet. Türkiye’de siyaseti etkin kılabilmek istiyorsak idarî sistemin bugünkü işleyişinin değişmesi bir zorunluluk. Bu çerçeve içinde siyasete yer yok zaten. Bunu da parça parça, şimdiye kadar şahit olageldiğimiz örneklerdeki gibi reform anlayışıyla değil, talebin toplumdan geldiği bir yeniden yapılandırma anlayışıyla gerçekleştirmek gerekiyor. Aslında bu kavramları kullanırken biraz çekiniyorum; çünkü Türkiye’de ne zaman yeniden yapılandırma dense hep neoliberal politikalar doğrultusunda ve az evvel bahsedilen üçüncü gerilimi zayıflatmaya yönelik girişimler gündeme geldi. Benim kastettiğim, haydi mimarî diliyle söyleyeyim, binayı kendi temellerine uygun biçimde restore etmek. Bu anlayış bir kere sağlandı mı, siyaset de, şehircilik de hayal ettiğimiz şekle bürünür.
Yani asıl “Anlayış” şart diyorsun. Evet arkadaşlar, yerel yönetimin ve siyasetin nasıl olması gerektiğine ilişkin bu ufuk açıcı önerileri ortaya koyduğumuza göre dosyamızın adı da “Nasıl bir yerel yönetim?” olsun.

Paylaş Tavsiye Et