Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (June 2003) > Dünya Ekonomi > Jeo-ekonomik satranç tahtası
Dünya Ekonomi
Jeo-ekonomik satranç tahtası
Barış Şanlı
DÜNYA; üzerinde çeşitli çıkar çevrelerini temsil eden birden fazla oyuncunun olduğu, Brzezinski’nin tabiriyle büyük bir satranç tahtasına benzer. Bu tahta üzerinde kazanım elde etmek için atılan adımlar vardır. Uluslararası alanda, bir tarafta kazanç diğer tarafta kayıpların olduğu bir mücadele yaşanmakta. Bu mücadelede, piyonundan vezirine kadar sahip olunan ve kullanılan her bir taşın ayrı bir önemi vardır. Başarıya; dikkatli bir şekilde, karşı tarafın hareket alanını daraltarak, rakibi hata yapmaya zorlayarak ve boş alanları doldurarak oynamak suretiyle gidilir. Dünya üzerinde mevcut satranç tahtalarının en önemlisi, Mc Kinder tarafından yukarıda formüle edilen dizelerde olduğu gibi güç tanımlamalarının merkezinde yer almış, yüzyıllarca dünya iktidarının ve iktidar mücadelesinin merkezi olmuş olan Avrasya kara kütlesidir. Soğuk Savaşın sona ermesinin ardından da bu kara kütlesi üzerinde piyonlar arasında çatışmalara ve siyasi istikrarsızlığa sebep olan boşluk alanları doğmuştur.
Soğuk Savaşın sona ermesi ile süper güçler arasındaki tansiyon inmiş; ancak özellikle jeopolitik literatürde Heartland ve Rimland* olarak isimlendirilen ve jeo-stratejik açıdan da çok önemli olan bu bölgelerin kesiştikleri noktalarda bir boşluk oluşmuştu. Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden sonra ortaya çıkan karışıklıklara bakıldığında, bu karışıklıkların ve de çatışmaların büyük bölümünün Heartland’den Rimland’e geçişi sağlayan bölgeler olan Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya gibi alanlarda oluştuğu görülmektedir. Soğuk Savaş dönemi sona erdikten sonra bu bölgelerde özellikle üç büyük kriz alanı görüldü: Eski Yugoslavya, Afganistan ve Irak.
Bu kesişme noktalarının olduğu bölgeler sadece jeo-stratejik değil; aynı zamanda jeo-ekonomik açıdan da çok önemlidir. Bu bölgeleri jeo-ekonomik açıdan önemli yapan husus sahip oldukları enerji kaynaklarıdır. Hazar Havzası’nın petrolü, Türkmen doğalgazı vs. talebin her geçen gün daha da arttığı bir ortamda uluslararası piyasalara arz edilebilecek yeni kaynaklar olarak görülmüştür. Dünyanın en büyük ikinci petrol rezervine sahip olan Irak üzerine konulan ambargo ile bu kaynakların uluslararası piyasalara sunulmasının kısıtlanması Hazar Havzası’na daha bir dikkatle yaklaşılmasına sebep olmuştur. Ancak, bu bölgedeki kaynakların iç kara bölgelerde kilitlenmiş olması, bu kaynakların uluslararası pazarlara nasıl ulaştırılacağı sorununu da beraberinde getirmiştir. Üzerinde durulan konu bu enerji kaynaklarının paylaşımından çok, çıkarılan petrol ve doğalgazın hangi yolların kullanılarak uluslararası pazarlara taşınacağıdır.
Sistematik bir şekilde belirtirsek, üç temel taşıma rotası olduğunu ifade edebiliriz. Bunlardan ilki, bu kaynakların batıya aktarımında kullanılacak temel taşıma güzergahı olan, Kafkasya üzerinden geçecek hattır. Bu hata, Bakü’den Rusya’nın Karadeniz kıyısındaki Novorosiisk limanına kadar olan mevcut hat ve yapımına karar verilen ve temeli atılan Bakü-Ceyhan hattı dahildir. Kafkasya’nın temel geçiş alanı olarak kullanıldığı bu bölgede meydana gelen etnik temelli çatışmalar enerji kaynaklarının batıya aktarılmasına yönelik mücadelede ülkeler arasında koz olarak da kullanılmaktadır.
İkinci rota güney yönlü hatlar üzerinden geçer. Bunlardan biri, İran üzerinden Basra Körfezi’ne çıkışı sağlayacak olan hattır. Bu hat en kısa yol olmasına rağmen, ABD’nin İran’ın izole edilmesine yönelik yaklaşımı yüzünden gerçekleşmesi çok zayıf bir ihtimaldir. Bu rota üzerindeki bir diğer hat ile, petrolün Afganistan ve Pakistan üzerinden Karaçi limanında uluslararası pazarlara sunulması amaçlanıyordu. Fakat bölgede yaşanan iç savaş ve bunun getirdiği güvenlik endişesi bu yönde bir yaklaşımı engellemekteydi. 11 Eylül olayını müteakiben ABD’nin Afganistan’a karşı gerçekleştirdiği operasyonla bölgede sağlamış olduğu kontrolün ardından bu hattın yapımı kolaylaşmış oldu. 27 Aralık 2002 tarihinde Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta Güney Türkmenistan’daki gaz sahalarını Pakistan’a bağlayacak Trans-Afgan doğalgaz hattının inşaasına ilişkin bir anlaşma yapıldı. Afganistan’da meydana gelen savaş eğer bir istikrar doğurursa bu, Türkmenistan’ın gaz ihracatında Rusya’ya olan bağımlılığından kurtulması manasına gelecek.
Son olarak da Doğu yönlü hatlardan bahsedilebilir. Asya’nın doğusunda çok hızlı bir ekonomik gelişme gerçekleşmektedir. Özellikle Çin’in yıllardır yüksek seviyelerde tuttuğu ekonomik büyüme enerji ihtiyacını devamlı arttırmaktadır. Enerjiye olan ihtiyaç bu bölge ülkelerinin doğrudan enerji kaynağına ulaşma talebini de beraberinde getirmektedir. Bu talep de özellikle Çin’in kontrolü altında olacak şekilde Orta Asya enerji kaynaklarını Çin’e ve Sarı Deniz’e ulaştıracak doğu rotalı projelerin ortaya atılmasına sebep olmuştur.
Enerji merkezli diğer bir önemli istikrarsızlık alanı da jeo-ekonomik açıdan çok önemli olan Irak’ta ortaya çıkmıştır. Irak’ın yeni şartlarda uluslararası sistemin içine çekilmesi ve rejimin demokratikleşmesi günün bir gerekliliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Sistem içine çekilmenin, çift kutuplu olma özelliğini kaybetmiş bir dünyada kontrol altına alınmak anlamına geldiği ifade edilebilir. Venezüella’da petrolü merkeze alan başarısız darbe girişiminden sonra oluşan istikrarsızlık, kontrol altına alınamamışlığın bir sonucu olarak görülebilir. Venezüella’da meydana gelen siyasi istikrarsızlık ile, Irak’ın sistemdışılığının uluslararası enerji piyasalarına olan etkisinin oldukça keskin sonuçlar doğurduğu görülmektedir. Petrol arzının azalması, buna ilişkin olarak fiyatlardaki ani yükseliş; OPEC’in üretimi artırma kararı almasına rağmen bu istikrarsızlığı giderememesi gibi sonuçlar çok açık bir şekilde görülmektedir.
Bütün bu gelişmeler, yukarıda ifade ettiğimiz jeopolitik mücadele içerisinde, bir dünya gücü olan ABD’nin realist çıkarları açısından ne ifade ediyor? ABD, dünya kamuoyu önünde idealist söylemlerle boy gösterirken aslında petrolün, ekonomik kaynakların ve dünya ticaretinin kontrolünü elinde tutmak istiyor. Ancak, yine bu realist çerçeve, güç tekelini elinde tutmak isteyen ABD açısından kendisine boyun eğmeyi reddedenlerin, dünyanın geri kalanına ibret olsun diye şiddetle cezalandırılmasını gerekli kılıyor. Öte yandan güç kullanımında ölçünün kaçması durumunda hem oluşacak Amerikan karşıtı tepkilerle başa çıkılması imkansız, hem de bu “realist güç oyunu”ndaki rakiplerin de duruma müdahale etmeleri söz konusu olabilecek. “Amerikan İmparatorluğu” için, enerji kaynaklarını kontrol etmek ve bu kesişme bölgelerinde yerleşik kontrolü sağlamak, gücünü pekiştirmesi yönünde stratejik bir zorunluluk olmakla birlikte büyük zorluklar ve riskler de taşıyor.
ABD’nin Irak’ı işgali, Washington’u Irak’ın geniş petrol rezervlerinin (Oil and Gas Journal verilerine göre 112.5 milyar varil ve dünyadaki rezervlerin tamamının %10.7’si) geleceği üzerinde büyük bir etkiye sahip hale getirecektir. Bu aynı zamanda ABD’nin uluslararası petrol fiyatları üzerinde de etkin olmasını sağlayacak. Diğer taraftan, uluslararası alanda en çok petrol tüketen ülkelerin başını ABD’nin çektiği görülüyor.
Küçük bir kıyas yapılırsa, ABD’nin dünyanın ikinci en büyük ekonomisi olan Japonya’dan 3,5 kat ve üçüncü en büyük ekonomisi olan Almanya’dan ise yaklaşık 6 kat daha fazla petrol tükettiği görülmektedir. Yine tabloda görüleceği üzere ABD’nin tüketimi diğer dokuz ülkenin toplam tüketimine yaklaşmaktadır. Dünya toplamı içerisinde ABD’nin tüketimi %25-30’lar civarında seyretmektedir. Bu yüksek rakamlar, enerji konusunda onu dışa bağımlı hale getirmektedir. Mevcut rezervlerin 21. yüzyıl sonlarına doğru tükeneceği görüşü dikkate alınırsa, kendi rezervlerini en sona bırakması ve diğerlerini kullanması da rasyonel bir politika olur. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda grafik 1’de görüldüğü gibi dünyadaki bütün rezervlerin yarısından fazlasının bulunduğu Orta Doğu’nun kontrol altında tutulması önemlidir. Kaldı ki, Suudi Arabistan’dan sonra en büyük ikinci rezerve sahip olan Irak’ın kontrol altına alınması ABD için olmazsa olmaz bir durum olarak görülmektedir.
Mevcut durum küresel petrol şirketleri açısından da değerlendirilebilir. 1991 sonrasında, Irak’ta yeni kaynakların bulunması ve işletilmesine yönelik uluslararası birçok petrol şirketiyle anlaşmalar yapılmıştır. Bu şirketler arasında en önemlileri Total (Fransız), Lukoil (Rus), Eni (İtalyan), Repsol (İspanyol) ve BHP (İngiliz) firmalarıdır. Bunların dışında daha az önemli olan Rus, Çin ve Vietnam merkezli diğer bazı şirketler de vardır. Görüleceği üzere, bunlar arasında bir tane dahi Amerikan kökenli şirket mevcut değildir. Dünya enerji rezervleri paylaşımında pastadan her zaman önemli miktarda pay alan Amerikan şirketlerinin bu en önemli ikinci rezerve sahip olan bölgede olmaması bölgeye yönelik Amerikan politikaları üzerinde etkili olmaktadır.
Bütün bu süreç ve gelişmeler incelendiğinde stratejik açıdan önemli başka bir husus daha karşımıza çıkıyor. ABD’nin yerleşmiş olduğu jeostratejik öneme sahip alanlardan çıkmadığı görülüyor. 11 Eylül sonrası El-Kaide yaklaşımı ortaya atılarak girilen Afganistan’da istikrarın sağlanması bahanesiyle hâlâ ABD güçlerinin faaliyetleri devam etmekte, Özbekistan gibi bölge ülkelerine yerleştirdiği birlikler yerlerinde durmaktadır. Buna karşılık, bölge ülkelerindeki rahatsızlıklar daha da artmaktadır. Mesela, Pakistan’ın Afganistan ile olan sınırında ABD askerleri ile Pakistan askerleri arasında meydana gelen çatışma bu olayı yansıtması açısından açık bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Günümüzde dünya ekonomileri, petrol ve doğal gaz sayesinde işlemektedir. Yeni alternatif enerji kaynakları keşfedilene ve yaygın bir şekilde kullanılmaya başlayana veya mevcut enerji kaynakları tükenene kadar da bu durum böyle devam edecektir. Bu bağlamda, enerji merkezli jeo-ekonomik nedenler dikkate alındığında, Afganistan’da gerçekleşen bu durumun Irak’a yönelik harekat sonucunda yineleneceği söylenebilir. Bölgeye yerleşmiş olan küresel bir güç olma iddiasındaki ABD’nin bütün Orta Doğu enerji kaynaklarını kontrol altında tutabilmesi mümkün olacaktır. Jeo-ekonomik açıdan bu kadar önemli bir bölgeyi, stratejik açıdan güç sahibi olduğu müddetçe de terk etmesi oldukça zor görülüyor. Sonuç olarak, halihazırdaki durumun enerji merkezli mücadelenin devam edeceğini gösterdiğini söyleyebiliriz.
 
* Nicholas J. Spykman tarafından formüle edilen Rimland yaklaşımı ile McKinder’in yukarıdaki formülasyonuna bir cevap verilir. Burada deniz gücü önem kazanıyor. “Rimland’i kontrol eden Avrasya’ya hükmeder; Avrasya ise dünyanın kaderini kontrol eder.” Buradan yola çıkarak kim Rimland üzerinde bulunan enerji kaynaklarını kontrol ederse Avrasya’yı kontrol eder formülasyonuna gidilebilir.

Paylaş Tavsiye Et