Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
'Diyar-ı Kenan'dan 'Arz-ı Filistin'e Kutsal toprakların kayıp geçmişi
Fatma Sel Turhan
“BEN bir karış dahi olsa toprak satmam; zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehit düştüler. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanlarında kaldılar”. II. Abdülhamit’in bu sözleri Osmanlının Filistin’e gösterdiği hassasiyeti ve Siyonizme karşı verdiği mücadeleyi gözler önüne seriyor. Osmanlı hakimiyeti boyunca Filistin, imparatorluğun en ihtimamlı beldelerinden oldu. Dört yüzyıl süren hakimiyet döneminde Osmanlı, bölgenin dini ve tarihi öneminin bilinciyle, arz-ı Filistin’e ‘Osmanlı’ kimliğini vurdu.
 
Osmanlı Hakimiyetiyle Başlayan Süreç
Filistin topraklarında 16’ncı yüzyılın başına kadar devam eden Memluk hakimiyeti’ne son veren Yavuz Sultan Selim’in ‘doğu stratejisi’ oldu. Avrupa’nın alakasını Yeni Dünya’ya çevirdiği bir dönemde Yavuz Sultan Selim başarılı bir stratejiyle önce imparatorluğun doğusunda büyüyen Safevi tehlikesini ortadan kaldırdı. Ardından bölgede oluşan boşluğun yardımıyla, artık zayıflayan ve kutsal toprakları koruyamaz hale gelen Memluk yönetimine 1516’daki Mercidabık seferiyle son verdi. Bu seferle birlikte Filistin’in Yunanlılardan beri devam eden idari yapısı da değişti. Artık ‘Arz-ı Filistin’ olarak anılmaya başlayan topraklar, önceki yekpare sistemin aksine sancaklara ayrılmış üç coğrafi bölgeden oluşuyordu. Gayrimüslim halkın o güne kadar ‘Galile’ olarak adlandırdıkları topraklar Osmanlı idaresinde ‘Akka’ sancağına dönüştü. Musevilerin ‘Samaria’, Arapların ise ‘Batı Şeria’ olarak adlandırdıkları bölgenin yeni ismi ‘Nablus’tu. Museviler tarafından ‘Yudea’ olarak anılan Nablus’un güneyinde kalan topraklar Osmanlıların ‘Kudüs’ sancağı oldu. Osmanlının bundan sonraki stratejisi varlığını bölgede kalıcılaştırmaktı. Yapılan bir dizi imar faaliyetiyle bölgenin çehresi değişirken, Osmanlı imzasını taşıyan mimarî sayesinde bölge Osmanlı kimliğine büründü.
Dört yüzyıllık Osmanlı hakimiyetinin ilk üç yüzyılında Osmanlılar Filistin’i hemen her tür dış tehditten uzak tutmayı başardılar. Merkezi yönetimin zayıfladığı zamanlarda bölge kontrolünü elinde tutan, Arap halkın ileri gelenlerinden olan ‘emirler’di. Bu emirlerin en ünlüleri 17’inci yüzyılda Man’oğlu Fahreddin, 18’de Zahir’ül-Amr ve bu yüzyılın sonu ile 19’uncu yüzyıl başlarında Cezzar Ahmed Paşa idi. Napoleon Bonapart’ın 1799’da Mısır ve Yafa’yı işgal ederek Akka’yı kuşatması üzerine Fransız ordularının bölgedeki ilerleyişini durduran da Cezzar Ahmed Paşa oldu. Napoleon’un Orta Doğu’ya yayılma girişiminin bastırılmasının ardından Osmanlının bölgedeki varlığına bir tehdit de Mısır Hıdivi Mehmed Ali Paşa’dan geldi. Mehmed Ali Paşa’nın Osmanlının aleyhine bölgede genişleme mücadelesi 1831’de Filistin’in Mısır ordularınca işgaliyle sonuçlandı. Bölgedeki Mehmed Ali Paşa hakimiyeti ancak 1840’ta İngiltere ve Avusturya’nın yardımıyla sonlandırılabildi. Mehmed Ali Paşa’ya karşı yürütülen bu koalisyon Filistin’i yeniden Osmanlıya kazandırdı; ancak Avrupalı güçlerin bölgeye olan ilgilerinin artmasında ve Orta Doğu’da sürdürdükleri mücadelede de dönüm noktası oldu.
 
Orta Doğu’da Güç Çekişmesi
Osmanlı idaresinin siyasi ve mali yönden kan kaybettiği 19’uncu yüzyıl sonları, Orta Doğu’yu Avrupalı güçlerin hedef tahtası haline getirdi. Bu büyük mücadelenin, her üç büyük din için kutsal sayılan Filistin üzerine odaklaşması bir rastlantı değildi. Topraklarının kutsallığı yanında Filistin, Orta Doğu alt sisteminin bir parçası olarak da dünya siyasetinin merkezine oturmuştu. İngiltere için Filistin Hind sömürgesine giden yolda ‘fethedilecek’ toprakların liste başıydı. Fransa ise I. François zamanından beri Lübnan ve Suriye’de ehemmiyetli bir nüfuz oluşturmayı başarmıştı ve hedefi bu halkayı olabildiğince genişletmekti. Almanya’nın Orta Doğu’ya açılma politikalarında Filistin şüphesiz önemli bir konuma sahipti. Bu sebeple gerek gemicilik kumpanyaları, gerekse bankaları sayesinde bölgede stratejik bir konuma yükselme çabası içindeydi. Rusya pastadan payını Filistin’de yaşayan Ortodoks halk üzerinde gerçekleştireceği manevralarla sağlamaya çalışıyordu. İtalya’nın çabası da ekonomik nüfuz girişimleriyle bölge mücadelesinden uzak kalmamak üzerine kuruluydu.
Avrupalı güçlerin tüm bu yerleşme çabalarının vazgeçilmez ayağını bölgede yoğun şekilde sürdürdükleri misyonerlik faaliyetleri oluşturuyordu. 19’uncu yüzyılda Osmanlı topraklarında artan misyonerlik faaliyetlerinin en önemli çekişme alanı kutsal konumu gereği Filistin’di. İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve İtalya yaptırdığı kiliseler, dini okullar ve açtığı misyoner cemiyetleri ile bölge stratejisinde söz sahibi olma konumunu birbirine kaptırmamaya çalışıyordu. Hatta bu sebeple aralarında yaşanan çekişmeler bazen kanlı çatışmalarla noktalanabiliyordu. Osmanlının bölgede yürüttüğü strateji ise eski gücünü kaybetmesi sebebiyle topraklarına müdahaleye engel olamadığı bu güçler arasında ince bir denge unsuru oluşturarak aradan sıyrılabilmekti.
 
Osmanlının Denge Oyunu
Uluslararası arenada iltifatını bir devletten diğerine yönelterek Avrupa ülkelerini birbirine düşürmeyi amaçlayan II. Abdülhamit, bu siyaseti sayesinde hükümdarlığının sonuna kadar Filistin’de gücü kimseye kaptırmamayı başardı. Fransa ile İngiltere arasında yorgan savaşına dönüşen Mısır meselesinde İngiltere, Mısır Hıdivi ile kurduğu ilişki sayesinde Fransa’yı oyun dışı bırakınca Abdülhamit’e düşen, Paris için onur savaşına dönüşen bu mücadeleyi diplomasi ataklarıyla canlı tutmak oldu. Fransa ve İngiltere’yi Mısır’da birbirine düşüren Abdülhamit, Bağdat-Basra Demiryolu’nun yapımını Almanlara vererek İngiltere ile Almanya’yı da karşı karşıya getirdi. Öte yandan Fransa ve İtalya’yı çakışan Kuzey Afrika emellerinde birbirine düşürmek için farklı yollar denedi. Abdülhamit’in Rusya’yı durdurmak için düşündüğü güç ise Japonya idi. Abdülhamit’in, ‘Japonya’nın Rusya’ya karşı kazandığı zafer bizim için de zafer sayılır’ sözleri Rusya’nın ilgisini Uzak Doğu’ya yöneltmek için giriştiği diplomasi mücadelesini oldukça güzel ifade ediyordu.
Avrupalı güçlerin Filistin üzerindeki çekişmelerinin de farkında olan Abdülhamit, İmparatorluğun bölgedeki geleceğinin güçlü bir reform programına bağlı olduğunu biliyordu. Bu sebeple 1876’da oluşturulan mahalli idari kanunuyla bölge eşit nüfus yoğunluğu içeren bölümlere ayrıldı. 1887’de ise yeni bir düzenlemeyle Kudüs-i Şerif sancağı müstakil bir mutasarrıflık haline getirildi. Bir sene sonra da Beyrut Vilayeti oluşturuldu. Tüm bu yeni düzenlemeler sonucunda Filistin, kuzeyi Beyrut Valiliği tarafından idare edilen, güneyi ise Kudüs Mutasarrıflığı tarafından yönetilen, merkezi yönetimle çok sıkı ilişkiler içerisinde bulunan bir bölgeye dönüştü. Merkezin bölge üzerindeki takibatı o kadar sıkıydı ki, bölgede atılan her adım telgraf vasıtasıyla Yıldız Sarayı’na bildiriliyor ve alınan cevap doğrultusunda hareket ediliyordu.
Bölgenin merkezi yönetime bağlı olması kadar önemli olan diğer bir konu, iktisadi kalkınmanın sağlanarak bölge halkının kalbinin kazanılmasıydı. Bu sebeple, ekilebilir toprakların oranını artırmak için model çiftlikler tesis edildi. Ticareti hareketlendirmek için, Hayfa ile Yafa ve Yafa ile Kudüs arasına demiryolu hattı döşendi. Ayrıca, Filistin’i Beyrut, Şam ve Halep’e bağlayacak bir demiryolu yapımına başlandı. Söz konusu demiryolları 20’nci yüzyılın başında bitirildiğinde, Filistin limanları Arap pazarlarını Avrupa müşterisine açan kilit noktalar olmuştu. Bölgede 1880’lerde kurulan ticaret odaları, yeni açılan bankalar ve Birissebi gibi sıfırdan oluşturulan yerleşim merkezleri sayesinde Filistin, değişen yüzüyle bölgeye gelenleri hayrete düşürecek düzeyde gelişmişti.
 
Siyonizm’in Sahneye Çıkışı
Avrupa’da Fransız Devrimini takip eden yıllarda ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ söyleminin ardından oluşan volk (ulus) milliyetçiliği, zamanla yüceltilmiş bir vatan ve ulus öznesine dönüşünce, ortaya, ırkçı kavramların hakim olduğu bir düşünce sistemi çıktı. Almanya’nın başını çektiği bu milliyetçi akımda, başarısızlıklar ve ekonomik sıkıntılar siyasi hedeflerden uzaklaştırılarak, gittikçe artan güç ve nüfuzlarıyla Yahudilere yöneltildi. Bu Anti-Semitist dalga zamanla büyük halk kitleleri tarafından da benimsenince, oluşan Yahudi aleyhtarlığı örgütlü bir hal almaya başladı.
Milliyetçilik akımları Avrupa’da boy gösterirken, kendilerini seçilmiş ırk olarak kabul eden Yahudilerin bu akımlara duyarsız kalması düşünülemezdi. Yahudilerin bu ulusal bilinçlenme serüveni Avrupa’daki Anti-Semitist dalga ve Rusya’daki ‘Pogrom’ soykırımının etkisiyle onları, kendi toprakları olarak kabul ettikleri kutsal topraklarda yurt kurmaya yöneltti. Diaspora’dan (sürgün) İsrail vatanı olarak addedilen Filistin’e tek tek veya gruplar halinde dönüşü ifade eden ilk ‘Aliyah’ hareketi de bu döneme rastladı. 1882-1903 arasında gerçekleşen bu ilk göçte göçmenlerin sayısı az olmakla birlikte, gelenlerin şehirlerden ziyade kırsal kesime yönelmeleri kalıcı geldiklerini göstermesi açısından dikkat çekiciydi. 1905-1914 arasında gerçekleştirilen İkinci Aliyah’ta ise Yahudiler daha sistemli ve programlı bir yerleşim planı izlediler. Bu göçlerle birlikte bölgede 1881’de 14.000 civarında olan Yahudi nüfusu, 1901’de yaklaşık 23.000’e, 1914’te ise 38.000’e ulaştı.
Filistin’e bu ciddiyette bir Yahudi yönelişine yerli halkın tepki göstermesi kaçınılmazdı. Osmanlı yönetimi Yahudi göçlerine zaman zaman izin vermekle birlikte, kontrolden çıkmaya başlayan bu göç dalgası hükümetin de müdahalesine sebep oldu. Siyonizmin siyasal lideri Herlz’in başkanlığındaki bir heyetin belirli bir meblağ karşılığında Filistin’i satın alma taleplerine II. Abdülhamit’in cevabı sert oldu. 1899’da Bab-ı Ali kanalıyla yayımladığı bir notada II. Abdülhamit şunları söylüyordu: ‘Hükümetimiz Arap memleketlerinin hiçbir bölümünü satmak niyetinde değildir. Ceplerimizi milyonlarca altınla doldursalar da bu azmimizden ricat etmeyiz.’ Ayrıca bölgede baş gösteren Siyonizm tehdidine karşı yürütülecek politikanın ana hatlarını Abdülhamit bizzat kendisi belirledi: Siyonizmin diğer devletler tarafından benimsenmesine mani olunacak, Filistin topraklarına izinsiz Yahudi girişleri engellenecek, buna mukabil imparatorluğun başka bölgelerine olan göç taleplerine kontrollü bir şekilde izin verilecek ve Filistin’e daha önce göç etmiş olan Yahudilerin arazi satın almaları engellenecekti. Bu bir dizi tedbir sayesinde merkezi hükümet yaşanan göç dalgasını sınırlandırmayı başardı.
 
İmparatorluğun Dağılma Sürecinde Filistin Meselesi
II. Abdülhamit’ten istediklerini alamayan Siyonistler 1908’de II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte yeni hükümete isteklerini tekrarlamaya başladılar. İttihat-Terakki iktidarı yeni hürriyet anlayışıyla başlangıçta Siyonistleri geri çevirmese de zamanla azınlıkların bağımsızlık hareketlerini artırmaları, Genç Türklerin Siyonizm karşısındaki tutumunun da değişmesine sebep oldu. Devletin koyduğu yasaklara rağmen Yahudi Milli Fonu gibi çeşitli kuruluşların büyük paralar akıtarak bölgede aldığı geniş ölçekli topraklar, sonuçta Siyonist yerleşimciliğine karşı Arap milliyetçiliğini doğurdu. Osmanlıyı aralarında paylaşma planı yapan Avrupalı güçlerin de işin içine girmesiyle, Arap milliyetçiliğinin liderliğine soyunan Şerif Hüseyin, İngiliz ve Fransızların desteğiyle Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklandı. Halbuki İngiltere ve Fransa 1916’da aralarında yaptıkları Sykes Picot Antlaşması’yla birçok Arap toprağını aralarında paylaşıyor, çıkarlarının çatıştığı Filistin için ise milletlerarası bir idareyi hesaplıyorlardı. 1917’deki İngilizlerin Balfour Deklarasyonu ise Filistin’in geleceğinde bir dönüm noktası oldu. Bu belgeyle birlikte Filistin’de Yahudi halkı için bir devlet kurulması fikri benimseniyor ve İngiltere bu konuda üzerine düşeni gerçekleştireceğini vaat ediyordu. Aynı yıl Mareşal Allenby komutasındaki İngiliz ordusu Kudüs’e saldırınca, Osmanlılar şehri savunmak için yeni bir ordu oluşturdu. Ancak bu, Allenby’nin 11 Aralık 1917’de Kudüs’ü ele geçirişine engel olamadı. Kudüs’ün elden gidişiyle, kutsal topraklarda dört yüzyıl devam eden Osmanlı hakimiyeti son buluyordu.

Paylaş Tavsiye Et