Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Ortadoğu’da Amerika’ya rağmen demokrasi
Hasan Kösebalaban
ÜNLÜ siyaset bilimci Alfred C. Stepan ile Graeme B. Robertson’ın Journal of Democracy’nin Temmuz 2003 tarihli sayısında yayımlanan “An ‘Arab’ More Than a ‘Muslim’ Democracy Gap” başlıklı ünlü makalesinde İslam dünyasındaki demokratikleşmenin bir Müslüman değil, Arap sorunu olduğu ifade ediliyor. Ancak demokratikleşmeyi gerçekten bir Arap sorununa indirgeyebilir miyiz?
Ortadoğu’ya Kuzey Hint’i, Orta Asya’yı ve Kuzey Afrika’yı da eklersek Atlantik Okyanusu’ndan Afganistan yoluyla Çin’e kadar uzanan Arap ve Arap olmayan ülkeleri içeren devasa bir coğrafya çıkar karşımıza. Bu coğrafi kütlenin ortak özelliği Müslüman nüfusa ve zengin tabii kaynaklara sahip olması. Bu aynı zamanda aralarında derece farkı bulunmakla birlikte baskıcı (kimi diktatör, kimi otoriter, kimi de totaliter) olarak nitelendirilebilecek yönetimlerin iktidarda olduğu bir coğrafya. Bu geniş bölgede demokrasinin mevcut olmayışını ne ile izah edebiliriz? Müslümanlık mı, tabii kaynaklar mı?
Söz konusu coğrafya, Soğuk Savaş sonrasında Doğu Avrupa’nın kaderini değiştiren üçüncü demokratikleşme halkasından kendisini uzak tutabildi ve orada olduğu gibi otoriter rejimleri domino taşları gibi yerinden oynatacak bir dördüncü demokratikleşme dalgası şimdiye kadar meydana gelmedi. Ortadoğu’nun otoriter iktidarları, atlattıkları bütün badirelere rağmen oldukça sağlam görünüyorlar. Bu sağlamlık siyasi sistemlerin istikrarlı ve başarılı oluşlarından mı, yoksa Müslüman toplumların değişime direnişinden ve ataletinden mi kaynaklanıyor?
Bütün bu sorulardan hareketle Ortadoğu’da demokratikleşme sorununu iki temel nedene indirgeyebiliriz: Sosyo-kültürel faktörler ve dış destekli rantiyeci devletler. Sosyo-kültürel faktörleri İslam’a kadar indirgeyen ve İslam’ın demokratikleşmenin önündeki en büyük engel olduğunu savunan Oryantalistleri bir kenara bırakacak olursak, kültürü daha elastiki bir kavram olarak kabul edip, bu coğrafyadaki hâkim sosyal ve siyasi kültürün, eğitim seviyesinin ve geleneklerin demokratikleşmeye elverişli olmadığını söyleyen görüşleri tartışabiliriz. Fakat Almanya Başbakanı Angela Merkel gibi demokrasi için Hıristiyan bir geçmişin gerekli olduğunu düşünenlerle bu konuda tartışmanın bir anlamı yok. Bu ikinci gruptaki kültür temelli açıklamalara göre, sosyal kültür liberal eğitim yoluyla değiştirilmediği sürece demokrasi yabancı bir unsur olarak kalacaktır. Dolayısıyla öncelikle sosyal normları değiştirmek için gerekli reformları yerleştirecek iyi niyetli bir diktatöre ihtiyaç bulunmaktadır. Ancak bu yorum kısmen doğru bazı eleştirileri taşısa bile, Ortadoğu’da ve İslam coğrafyasında demokratikleşmenin başarısızlığı yerel kültürel faktörlerle açıklanamaz. Bu faktörler olsa olsa yardımcı açıklamalar olarak kabul edilebilir.
Ortadoğu’da demokrasinin yerleşmeyişinin en önemli nedeni ve otoriter rejimleri ayakta tutan en önemli faktör, sahip oldukları dış destek. Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki bu rejimler büyük ölçüde Fransız, İngiliz ve Rus sömürgeciliğinin ürünleri olarak ortaya çıktılar ve halen Amerikan (Ortadoğu), Rus (Orta Asya) ve Fransız (Kuzey Afrika) desteğiyle ayakta duruyorlar. Bu rejimler yukarıda bahsi geçen liberal değişimci politikalar izleyen otoriter ancak reformcu yönetimlere benzemiyorlar. Büyük ölçüde ekonomik kalkınma peşinde de değiller; çünkü ayakta durmak için ülkelerinin ekonomik olarak kalkınması gerekmiyor. Ortadoğu’da birkaç istisna dışında bütün rejimler rantiyeci devlet (rentier state) kategorisinde incelenebilir; sahip oldukları tabii kaynaklar onların halklarını vergilendirmelerine lüzum bırakmaz ve vergilendirilmeyen bir halk da temsil talebinde bulunmaz. Ancak temsilin olmayışı, rejimlerin kendi halklarıyla bağlarının olmayışını ve bu da güvensizliği getirir. Kendilerini güvensiz hisseden rejimler ise güvenliklerini dış ülkelerle kurdukları ittifaklarla sağlar. Tarihteki birçok örneğiyle sabit ki, yerel unsurlara dayanmayan güvenlik güçleri çok daha güven telkin edicidir. Yerel unsurlardan müteşekkil güvenlik güçleri ise rejimler için sürekli bir tedirginlik kaynağıdır.
Ortadoğu’da petrol zengini anti-demokratik rejimler böyle bir denge üzerinde hayatlarını devam ettiriyorlar. Dolayısıyla zenginler ama siyaseten bağımsız değiller; para kaynaklarına sahipler ama ülkeleri iktisaden kalkınmış değil. Varlıklarını, kendi halkları nezdinde sahip oldukları meşruiyete değil, dış güçlerle kurdukları ittifaklara borçlular. Bu borcun karşılığını ise dış politikalarında yeni-sömürgeci çıkarlara itaat ederek ödüyorlar. Örneğin Filistin konusunda Arap olmalarına rağmen sesleri çıkmıyor; Filistin’in uluslararası sistem nezdinde savunulması demokratik rejime sahip Türkiye’ye düşüyor. Bu arada İran’ı da siyasi bağımsızlığını kazanmış bir rejim olarak bu modelden ayrı düşünmek zorundayız. Siyasi bağımsızlığı sayesinde İran, Türkiye ile birlikte gelişmeci ve bürokrasisi oturmuş bir sistem olarak Ortadoğu’da var olan iki Müslüman devletten biri. Bu iki ülkeyle birlikte aynı nüfusa sahip olan Mısır ise zengin petrol kaynakları bulunmadığı halde rantiyeci rejim kategorisinde değerlendirilebilir. Mısır’da hâkim olan rejim, jeostratejik önemi nedeniyle dış politikasını Amerika ve İsrail çizgisinde tutmak suretiyle sistemden meşruiyet satın alıyor.
Ortadoğu’ya Soğuk Savaş boyunca burada özetlenen model hâkim oldu. Ortadoğu, Birinci Dünya Savaşı’nda iki Avrupalı emperyal güç arasında taksim edilmiş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise bu iki gücün yerine Amerika geçmiş, bu arada İsrail kurulmuştu. Bölgede Amerikan hegemonyası Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra da devam etti. Ancak Soğuk Savaş’ın bitimi ve ardından ivme kazanan küreselleşme süreci Ortadoğu’nun çehresini hızla değiştiriyor. 11 Eylül saldırısı ve Irak Savaşı’yla birlikte ABD’yi giderek içine alan mali kriz, Washington açısından Ortadoğu’da işlerin Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi süremeyeceğinin göstergesi. Washington küreselleşen bir Ortadoğu’yu baskıcı rejimler aracılığıyla yönetmede çok daha zorlanıyor. Zira bu süreç insan ve bilgi akışını hızlandırarak rejimlerin etraflarında ördükleri sınırları aşındırıyor. Bu anlamda küreselleşme, sağladığı araçlarla demokratikleşme için gerekli olan kültürel altyapının oturmasına da katkıda bulunuyor. Artık uluslararası sistemin karşısında çok daha iyi eğitimli, dünyayı tanıyan ve giderek daha dinamik ve kalabalık bir kitle var. 11 Eylül saldırısı bu kitlenin hesaba katılmadığı takdirde neticenin ne olacağına dair uluslararası sisteme bazı ipuçları sundu. Bush döneminde Amerika bu ipuçlarını doğru okumadı ve gelişmeleri emperyal yayılmacılığı için fırsat alanı olarak kullandı. 11 Eylül saldırısı Ortadoğu’daki rejimlerin sorgulanmasına yol açacak yerde onları daha da meşrulaştırdı. ABD’de şimdi yeni bir yönetim var işbaşında. Kendisi de bir anlamıyla küreselleşmenin bir ürünü olan Barack Obama döneminde Amerika bu ipuçlarını doğru okuyabilir ve muhatabının Soğuk Savaş kalıntısı rejimler değil dışlanmış sosyal güçler olduğunu görebilirse, İslam dünyasında demokratikleşmeye doğru mukadder siyasi dönüşümün daha yumuşak yaşanmasını sağlayabilir. Bu aynı zamanda Amerika’nın kendi çöküşünün de yavaşlamasını sağlar. Aksi halde dönüşüm yine gerçekleşecek ancak neticeleri çok daha yıkıcı olacaktır.

Paylaş Tavsiye Et