Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2010) > Yüzleşiyorum > Medine Pazarı’ndan MÜSİAD’a
Yüzleşiyorum
Medine Pazarı’ndan MÜSİAD’a
Mustafa Özel
KURULUŞUNDAN bu yana MÜSİAD’a “danışmanlık” yapıyorum. Aidat ödemiyor, maaş da almıyorum. Karanlık bir ormanda, birbirimize tutunarak yürüyoruz adeta. Bir çıkış yolu arıyoruz, kendimiz ve tüm insanlık için. Çalışma hayatımız bizi sadece dünyevî başarıya değil, uhrevî saadete ulaştırsın istiyoruz. Verimlilikle meşruluğu bir arada gerçekleştirmek istiyoruz.
Kapitalist bir dünyada “çok şey” istediğimizin farkındayım. Kapitalizm din ile iş hayatını birbirinden ayırdı. Mezarları nasıl şehir dışına taşıttıysa, “tanrıları” da öylesine iş hayatından uzaklaştırdı.
Klasik medeniyetlerde her tanrı bir mesleğin simgesiydi, semavî dinlerde her peygamber bir mesleğin pîri. Mezopotamya’da Nippur kentinin baş tanrısı Enlil’in ünvanı “âlemin tüccarı” idi. Her mesleğin bir tanrı veya tanrıçası vardı. Alışverişin emniyet içinde ve dürüstçe yapılması için elzemdi bu!
Roma İmparatorluğu’nda tanrıların kutsal günleriyle piyasa günleri çakışıyordu: Şam’da Jove, Troy’da Dionysus, Roma’da Venüs tapınaklarında, hacılar önce tanrıya saygılarını, sonra da tüccara gümüşlerini sunuyordu. Ostia kentinde zanaatkârların buluşup ibadet ettikleri bir tapınak vardı. Ortaçağın Lucca kentinde, San Martina Katedrali meydanında dükkân açmak isteyen sarraflar “hırsızlık, üçkâğıtçılık, hile” yapmayacaklarına dair yemin etmek zorundaydılar.
Eski Mısır’da Sokaris, madencilerin tanrısıydı. Mısırlılar, maden ustalarını bir nevi rahip addederlerdi. Böylelikle, meslekleri kutsal bir eyleme dönüşürdü. Madenler ve maden cevherleri, özellikle de demir putlaştırılıyordu. Karkamış, tanrı Kamiş’in ticaret merkezi demekti. Mısır tanrısı Seth adına yapılan bütün tapınaklar ticaret kervanlarının güzergâhı üzerindeydi. Eski Yunan’da önemli tapınaklarla ticaret fuarları beraber olurdu. Hatta Delphi ve Olympia bu festivaller için madeni para darp ederlerdi.
Bir toplum ekonomik bakımdan geliştikçe, onun tanrısı/tanrıları diğerleri tarafından da benimseniyordu. Mezopotamya tanrısı Şamaş’a sadece güney Mezopotamyalılar değil, onların ticaret yaptıkları Tilmun adası sakinleri de tapıyordu. Mısır sadece bir takım metalar değil, onlarla beraber “Tanrı ülkesinin çöllerindeki yolcuların koruyucusu” tanrı Min’i de ihraç ediyordu!
Babil tüccarı seferden döndüklerinde hesaplarını Şamaş tapınağında, tanrının huzurunda görürlerdi. Hammurabi yasalarında da ortakların kâr ve zararı tanrının huzurunda paylaşmaları isteniyordu. Babil kredi sözleşmelerinde muhtelif tanrılar yapılan işlemin şahidi sayılıyordu. Mısır tanrıçası Maat (“Hakikat”)’ın rahipleri yargıçlarla vezirler idi. Hitit Anadolu’sunda da sözleşmeler, içerideki tanrı veya tanrıça heykelinin göründüğü bir tapınak penceresi önünde yapılırdı.
Cahiliye Mekke’si de bu geleneğin izlerini taşıyordu. Kutsal mekân (Kâbe), kutsal zaman (haram aylar) ve ticaret birbirini tamamlıyordu. Fakat risalet dönemine doğru bu ilişkiler yozlaştı. Kuvvet, ilkenin (yasanın) yerine geçmeye başladı. Görece güçlü kesimler iktisadî ilişkilerin boyuna kendi lehlerine sonuç vermesini sağlamak için kaba güç kullanmaktan çekinmez oldu.
 
Medine Pazarının İlkeleri
Yukarıdaki ifadeler içinde bana en çarpıcı geleni şu: “Bir toplum ekonomik bakımdan geliştikçe, onun tanrısı/tanrıları diğerleri tarafından da benimseniyordu.” Hicretten sonra Medine’deki pazar yerlerini dolaşan Hz. Peygamber, bunların müminler için uygun yerler olmadığını ifade etmişti. O pazarların ahkâmına göre hareket etmek adeta pazara egemen olanların “tanrılarına” boyun eğmek gibiydi.
Peygamber Efendimizin Medine’de kurduğu pazar dışlamalara, tekelci yönelişlere ve ilkesizliğe son verdi. Pazar dümdüz bir arazide kurulmuştu. (Bugünkü Cennetül Baki mezarlığı!) Pazar yerinin seçim tarzı, şeffaflığa gösterilen ihtimama işarettir. Müslümanların pazarında “asimetrik enformasyon” oluşmamalıdır! Piyasada fiyatların serbestçe oluşması için, piyasaya dair bilginin simetrik dağılması temel şarttır. Modern kapitalizmi gerçek bir serbest piyasa sisteminden ayıran en önemli husus, günümüz piyasalarının çoğunda muazzam miktarda asimetrik enformasyon oluşmasıdır. Asimetrik bilgi, tekelcilerin, “hayvanî ruhların” en büyük silahıdır. Stiglitz ile Akerlof, bu alandaki çalışmalarıyla 2001 yılında Nobel ödülüne bile lâyık görüldüler.
Medine Pazarı’nda köşe kapmacılık olmayacaktı. Hiç kimse belirli bir köşeyi kapıp, burası bana aittir diyemeyecekti. Bu, haksız rant oluşmasının engellenmesi demektir. Yani, Müslüman toplumun siyasi otoritesi, hiçbir kişi veya topluluğu diğerlerine karşı korumayacak; piyasada “hak edilmemiş kazanç” oluşmayacaktı.
Ve Medine pazarında fiyatları Allah belirleyecekti. Kendisine yükselen fiyatları düşürmesi için talepte bulunanlara Allah Resulu şöyle cevap veriyordu: “Fiyatları yükseltip alçaltan Allahtır.” Yani piyasada müdahalesiz oluşan fiyat en doğru, en adil fiyattı. Siyasî otorite olsa olsa dengeleyici, telafi edici bir rol üstlenebilirdi. Yani birilerinin fiyatlarla “oynadığı” aşikâr ise, o zaman devreye girmeli ve piyasanın normalleşmesine katkıda bulunmalıydı.
Bu şartları yerine getiren ekonomik bir yapılanma, tarihin hangi döneminde ve dünyanın hangi köşesinde olursa olsun, “İslamî” sıfatına büyük ölçüde hak kazanır. Müslüman olmayanlar tarafından uygulanıyor olsa bile!
MÜSİAD kurucuları ile ilk tanıştığımız günlerde kendilerine boyuna hilf’ul-fudul ile Medine Pazarı’nı anlattım. Adları ister istemez biraz taklit, biraz meydan okuma (challenge) kokuyordu: TÜSİAD versus MÜSİAD. Eğer gerçek bir erdem birliği oluşturacak iseler, meseleleri TÜSİAD’ın yerini almak değil, onları gerçek bir serbest pazarın oluşmasına zorlamak olmalıydı.
Elbette MÜSİAD üyeleri arasında da, onların dışında da anlattıklarımın birer ütopyadan ibaret olduğunu düşünen çok sayıda insan vardır. Bunlara göre, bu retoriğin altında, kapitalizmi İslamî bir kisve altında yeniden üretmek yatıyor. Nitekim üç yıl önce MÜSİAD için yazdığım bir sinevizyon metni böyle bir tartışma başlatmış ve benim bir nevi “kapitalizm güzellemesi” yaptığım ileri sürülmüştü.
 
Tasarlayanlar, Üretenler, Çalışanlar
Yazdığım metnin özü şuydu: “Küresel kapitalizm çağındayız. Bütün dünya bir tek ekonomiye, bir büyük pazaryerine dönüşmüş bulunuyor. Bu büyük pazarda üç tür insan vardır: 1. Tasarlayanlar. Dünya nüfusunun yüzde biri. 2. Üretenler. Dünya nüfusunun yüzde dokuzu. 3. Çalışanlar. Dünya nüfusunun yüzde doksanı. Elde edilen kazancın yüzde 10’u çalışanlara, yüzde 20’si üretenlere, yüzde 70’i ise tasarlayanlara gidiyor.”
Bunları yazmakla, kendime göre, ülkedaşlarımı içinde bocaladıkları küresel kapitalist sistemin mevcut durumuyla yüzleştiriyordum. Bu sisteme dünya genelinde bugüne kadar iki tür tepki gösterildi: Realist (gerçekçi) ve Ütopist (hayalci) tepki.
Realist tepki, sosyalist ve/veya nasyonalist biçimler içinde, kapitalizmi başka bir sınıf (mesela işçiler) veya ulus (mesela Almanlar) lehine dönüştürme tarzındaydı. Her iki durumda da, önerilen alternatif sistemin daha “üretken” olduğu iddiası vardı.
Ütopist tepki ise bir şey söylemek yerine, gidiş böyle devam ederse sonumuzun hiç de iyi olmadığını ihtar etmekten ibaretti. Örneğin Aldous Huxley, bu tür bir kendini mahvetmenin destanı sayabileceğimiz Cesur Yeni Dünya’yı 1932’de yazmıştı. Çeyrek yüzyıl sonra kaleme aldığı Ada’da ise “dünyanın, düşündüğünden daha hızlı bir biçimde beklediği sona doğru mesafe aldığını” belirtiyordu. İnsanlığı kurtaramayacağını(!) anlayınca, bari kendimi kurtarayım dedi ve Hint öğretilerine bağlandı.
Üniversite yıllarımda bir yandan realist (Marksist) öğretilerin etkisi altındaydım, bir yandan da dindarlığım beni ütopist öğretilere yöneltiyordu. (Marksizmin ütopyacılığı politik amaçlıydı; uygulamada son derece gerçekçiydiler ve öncelikli hedefleri kapitalistleri üretkenlikte geçmekti!) Cesur Yeni Dünya’yı çok sevmiş, sadece yazarın iki tasarrufuna “gıcık” olmuştum: Geleceğin kötü dünyasını, 19. yüzyılın sömürgeci Avrupalılarının emellerine uygun biçimde uydurulan Doğu Despotizmleri tarzında tasvir ediyordu. Üstüne üstlük, Batı Avrupa’yı kont-rol eden Alfa (yüksek kasta mensup kişi) Mustafa Mond adını taşıyordu. Ürpermiştim!
Bu sebeple midir bilmem, yazı hayatıma Küçük Güzeldir’in yazarı Schumacher’in Aklıkarışıklar İçin Klavuz başlıklı eserini çevirerek başlamıştım. Schumacher, orta yolu savunuyordu: Bir yandan üretimcilik (ve onun yol açtığı tüketimcilik) insanlık için felakettir diyor; diğer yandan, çıkar yolun öncelikle küçükleri değil büyükleri üretimcilikten caydırmak olduğunu söylüyordu. ABD, Batı Avrupa ve Japonya dünya sanayi üretiminin beşte dördünü gerçekleştiriyordu. Üretimci/tüketimci sistemin terki için, bu ülkelerin ekonomik, siyasal ve kültürel elitleri dururken, (o zamanki adıyla) Üçüncü Dünya insanlarına akıl vermek abesle iştigaldi.
Üçüncü Dünya’ya “orta teknoloji” öneriyordu Schumacher: Küçük traktörler, küçük arabalar, mini araç ve gereçler. Anadolu’da bugün bile hangi köye gitsem, Schumacher’in ne kadar haklı olduğunu düşünmekten kendimi alamam. Neredeyse bütün köylülerin kocaman traktörleri var; yılda toplam iki ay ya kullanır ya kullanmazlar. Her birinin maliyeti, bazı köylü ailelerin beş altı yıllık gelirine eşittir. Diğer araçları da hesaba kattığımızda, köylü ailesi “ekonomik bir işletme” olmaktan çıkıyor. Hükümetlerin verdiği hatırı sayılır teşviklere rağmen, köylülerin şikâyetten hiçbir zaman geri durmaması bundandır.
Başta MÜSİAD üyeleri olmak üzere küçük işletmelere özetle şunları tavsiye ediyordum:
• Küresel ekonomide kazanç küçük sermayeden büyük sermayeye ve üretim sermayesinden finans sermayesine kayıyor. Aramızda sermaye ortaklıkları kuramazsak, güçlü finans ve sermaye odaklarına karşı kendimizi koruyamayız.
• Üretimi sürükleyen ticarettir. Avrupalılar, ticaretlerinin üçte ikiden fazlasını birbirleriyle yaparken, Müslüman ülkeler ticaretlerinin ancak onda birini birbirleriyle yapıyor. Ortak ticaret ağları oluşturmadan, İslam dünyasını kuşatan zincirleri kıramaz; emeğimizle uyumlu kazançlar elde edemeyiz.
• Üretim ve ticaretin temeli bilgidir. Ortak eğitim ve araştırma kurumlarıyla insanlarımızı bilgili, girişimci, yaratıcı ve tasarım gücü yüksek şahsiyetler haline getirmek zorundayız. Tasarlayamayan, kazanamıyor.
• Üretim, ticaret ve eğitimde “sınırları aşan işbirliği” için siyasî iradeleri zorlamamız gerekiyor. Venedik ile Floransa, Bavyera ile Prusya nasıl 19. yüzyılda tek başlarına ayakta duramayıp İtalya ve Almanya’yı meydana getirdiyseler; İtalya ile Almanya nasıl 20. yüzyılda Avrupa Birliği’ni kurmak istediyseler; Türkiye ile Suriye, Mısır ile Ürdün de 21. yüzyılda İslam dünyasının ekonomik birliğini kurmak zorundadırlar.
MÜSİAD için bu yıl hazırladığım 20. yıl sinevizyon metninde yukarıda işaret ettiğim birçok hususa değindikten sonra, asıl neleri yapamadığımıza işaret etmekten geri durmadım:
İddiamızın işaret ettiği tarzda ve ölçekte yeni bir üretim ve kalkınma modeli ortaya koyamadık. Bu bağlamda, İslam ve Anadolu kültürünün önümüzü açabileceği bir ortaklık formatı geliştiremedik.
Girişimciler ile çalışanlar arasında, kapitalist anlayışı aşabilecek yeni ilişki tarzları oluşturamadık.
Akademik dünya ile daha ileri düzeyde, sahici ve dönüştürücü bir ilişki kuramadık. Bilginin merkezî yerine sık sık vurgu yapmakla birlikte, bilgi ehliyle olması gereken diyalog düzeyini tutturamadık.
Bu tespit ve kabullerden sonra, İslamcılığın ekonomi politiğini tartışmaya başlayabiliriz. Mayıs ayında inşallah!

Paylaş Tavsiye Et