Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (November 2003) > Türkiye Siyaset > Halksız siyaset, siyasetsiz halk
Türkiye Siyaset
Halksız siyaset, siyasetsiz halk
Önder Bilgel
İTALYAN filozofu Giovanni Papini, “Gog” isimli mizahi eserinde, Einstein’la aralarında geçen bir konuşmadan bahseder: “Rölativite, evren, fizik teorileri vs… Ben bunlardan bir şey anlamıyorum. Siz en büyük fizikçisiniz. Bana herkesin anlayabileceği şekilde, çok kısa olarak bütün bunları açıklar mısınız?”. Einstein, derin derin düşünür ve; “Sana çok kısa olarak ancak şunu söyleyebilirim” der: “Bir şey kımıldıyor!..”
 
Seçimler İptal Edilmiyor, Tezkere Geçiyor
Aslında bu cümle, Türkiye’deki siyaseti de gayet iyi açıklıyor. Ekim ayının siyaset gündemini şöyle bir hatırlayalım. Ekim ayı, TBMM’nin yeni yasama yılına başlamasıyla hareketli bir açılış yaptı. Meclisin açılmasıyla birlikte toplum, iki “yüksek siyaset” konusunun ağırlığı altında kaldı. Konuların birincisi 3 Kasım seçimlerinin iptali tartışmalarıydı. Yargıtay, DEHAP’ın eski Genel Başkanı Mehmet Abbasoğlu ve üç eski parti yöneticisinin, partiyi 3 Kasım seçimleri öncesinde yasal örgütlenmesini tamamlamış gibi göstererek “resmi belgede sahtecilikle” suçlandıkları davada mahkumiyet kararını onadı. Böylece gözler Yüksek Seçim Kurulu’na çevrildi. 5 Ekim’de YSK seçimlerin iptali ve barajın yeniden belirlenmesi başvurularını reddetti ve birinci konu çözülmüş oldu. Tabii bu arada 9 Aralık 1991 tarihinde, dönemin başbakanı Süleyman Demirel’in ağzından ‘resmen tanınan’ Kürt realitesinin akıbeti yine meçhul hale gelerek arada kaynayıp gitti. Ardından, ‘sıradan vatandaşlar’ daha nefes almaya bile fırsat bulamadan ikinci “yüksek siyaset” konusu gündeme oturdu. Türkiye’nin Irak’a asker göndermesine ilişkin Başbakanlık izin tezkeresi, Mecliste kapalı oturumda yapılan oylamada 183 ret oyuna karşın 358 evetle kabul edildi. Böylece Türkiye’nin, bir yıl süreyle Irak’a asker göndermesinin yolu açıldı.
Konu burada kapanmadı. Irak Geçici Hükümet Konseyi’nin, başta Barzani olmak üzere Kürt kökenli üyeleri ve Dışişleri Bakanı Zebari Türk askeri istemedikleri yönünde bir tavır sergilediler. Ardından benzer bir tavrın Şiiler tarafından da benimsendiği anlaşıldı. 14 Ekim’de Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliği’ne bombalı bir saldırı gerçekleştirildi. Amerikan basınında, ABD’nin Irak’taki sivil yöneticisi Paul Bremer’ın, ABD yönetimine “Irak’a Türk askeri gönderilmesi planından vazgeçilmesini” önerdiği haberleri yer aldı. Bush yönetiminin bölgeye Türk askeri göndermek için harcadığı yoğun çabanın boşa çıkacağına ilişkin haberlerle kafalar iyice karıştı. Paul Bremer’ın 26 Ekim’de Amerika’da katıldığı bir televizyon programına, “Iraklıların, Türk askeri konusundaki hassasiyetini anlıyoruz. Türkler 400 yıl boyunca Irak’ı sömürgeleri olarak idare etti” demesiyle konu bambaşka bir boyut kazandı.
 
‘Kubilay’lar Teyakkuzda
Daha tezkerenin tozu-dumanı dağılmamıştı ki, Hükümet-YÖK gerginliği gündemin ilk sırasına oturdu. Aslında sorun 8 Temmuz’da Bakanlar Kurulu’nda imzaya açılan ve YÖK sisteminde anayasa düzeyinde köklü değişiklikler yapmayı hedefleyen yasa tasarısına YÖK Başkanı Gürüz’ün, “Üniversitelerin köktendincilik ve etnik bölücülüğün platformu haline getirilmesine izin vermedik, vermeyeceğiz de!” şeklindeki çıkışıyla başlamıştı. Gerilim, Eylül ayında, 9 Eylül Üniversitesi Rektörü Prof. Emin Alıcı’nın hakaret telakki edilen: “Temel hedefimiz aklı ve bilimi temsil eden Atatürkçü düşünceyi Türkiye genelinde korumak. Bu uğurda yeni Kubilay’lar gerekiyorsa biz yeni Kubilay olmaya hazırız” şeklindeki sözleriyle gelişerek “edep” tartışması olarak sürdü. Irak’a asker gönderilmesi konusunda tabanının desteklemeyeceği bir karar alan AKP iktidarı, sürekli geri adım atma psikolojisini yenebilmek için, -yaklaşan kongreyi de hesaba katarak- YÖK yasasında tek maddelik bir değişikliği öngören düzenlemeyi Meclise sundu. 9 Ekim’de, Rektörlerden oluşan Üniversitelerarası Kurul, hükümet tarafından Meclise sevk edilen tasarının geri çekilmesini istedi. Kurula göre, Meslek Lisesi mezunlarının üniversite giriş sınavındaki puan hesaplamalarını değiştirmeyi amaçlayan bu düzenleme aslında İmam Hatiplileri imtiyazlı hale getirmeye yönelik bir girişimdi. Kurul bu iddiaları dillendirdikten sonra, bu koşullarda hükümetle birlikte çalışmalarının mümkün olmadığını açıkladı. Başbakan Erdoğan her ne kadar “Bu konularla ilgili gerekli açıklamaları Milli Eğitim Bakanı yaptı. Daha fazlasına gerek yok. O konularda da söyleyeceklerimizi söyledik. Türkiye’ye hükümet edenler, Türkiye’de bellidir” dediyse de, gelişen olaylar hükümetin tepkisinin aynı tonda sürmesine izin vermedi.
Hükümetin, “ülkeyi germemek” adına tavrını yumuşatmasına yol açan, ordunun da tartışmaya çekilmesi oldu. 12 Eylül’ün hatırasını tazeler ve adeta bir anma toplantısı yaparcasına, YÖK Başkanı ve 8 üniversite rektörünün YÖK reformunu şikayet etmek üzere Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman’ı ziyareti ordu-siyaset denklemini yeniden devreye soktu.
Gerilim, 25 Ekim’de Ankara Üniversitesi ve Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından düzenlenen “Cumhuriyet’e saygı” yürüyüşünde, hükümetle çatışmayı sürdüren YÖK ve rektörlerin gövde gösterisi yapmasıyla tırmandı. Yürüyüşte, 2000 yılına kadar İşçi Partisi üyesi olup, o tarihte partisinden ‘ajan provokatör’ olduğu suçlamasıyla ihraç edilen ve 23 Ocak 2001 tarihinde CHP’ye üye olan Gökçe Fırat Çulhaoğlu liderliğindeki bir grubun “Ordu göreve” yazılı bir pankart açması, sorunu iyice içinden çıkılmaz bir krize dönüştürdü. Sonunda hükümet, TÜSİAD’ın arabuluculuğuyla, gerilime yol açan düzenlemeyi geri çekti. Başlangıçta tasarlanandan çok daha sınırlı bir değişikliği, üstelik anayasa değişikliği yapmaktan da vazgeçerek, benimsediğini açıklayan hükümet, sorunu taraflarla uzlaşarak çözeceklerini bildirdi.
 
Kamusal Alanı Nasıl ‘Arındırma’lı?
Ayın son günlerinde gündem “resepsiyon krizi” ile iyice kızıştı. Sebep, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in 29 Ekim’de Çankaya Köşkü’nde vereceği resepsiyona, başı açık olduğu bilinenler dışındaki tüm AKP milletvekillerini eşsiz, diğer milletvekillerini eşleriyle birlikte davet etmesiydi. AKP yönetimi ile Bakanlar Kurulu, üyelerinin davete uyacaklarını açıklamalarına rağmen milletvekillerinin önemli bir kısmı uygulamayı protesto etti ve resepsiyona katılmayacaklarını duyurdular.
Ekim ayının diğer bir önemli siyaset gündemi, 12 Ekim’de AKP’nin ve MHP’nin Büyük Kongrelerini; 22 Ekim’de de CHP’nin 30’uncu Olağan Kurultayını yapmasıydı. AKP Kongresinde, kuruluş döneminin gerektirdiği özel koşullardan kurtulup, kendi kimliği ile sağlam bir siyasal aktör olma tercihinin, partinin yetkili organları oluşturulurken somutlaştığı görüldü. Kamuoyunda ifade edilen görüşler, aslında diğer iki kongrenin ciddi bir siyasal gündem oluşturacak ağırlık taşımadıkları yönündeydi.
 
Kamusal Alanın Siyasetten Arındırılması mı, Siyasal Alanın Kamudan Arındırılması mı?
Siyaset, sözlük anlamından birisi de at terbiye etmek olan Arapça ‘sâse’ fiilinin mastarıdır. Bu yüzden atın bakımı ve terbiyesi ilgili görevli kişiye seyis denir. İdam cezalarının toplumu terbiye edeceği düşünüldüğünden halka açık alanlarda yapılması geleneği, ‘siyaseten katl’, yani ‘terbiye edici idam’ kavramının, geçmişte ölüm cezalarının uygulandığı yer anlamında siyaset meydanı kavramını doğurmasına yol açtı. Giderek siyaset ve idam eş anlamlı kullanılmaya başlandı. Tam bir arena görüntüsü veren siyasal alanımızdaki her güç odağı diğerlerini “terbiye” etmeye kalkınca, siyasetin geçmişte kalmış anlamları yeniden hatırlanıyor.
Geçmişte, yönetimin en otarşik göründüğü dönemlerde bile siyaset hep bir uzlaşma sanatı oldu. Mutlak iktidar sahibi sandıklarımız da dahil, yöneticiler, çeşitli toplum kesimleriyle ve güç gruplarıyla ortak bir zemin arayışında oldular. Dahası yönetimin meşrulaştırılması da başlı başına bir meseleydi. Ama meşru siyasal iktidarın, dolayısıyla da kamunun bu denli siyaset dışı bırakıldığı bir dönem herhalde hiç olmadı. Yürürlükteki hukukî işleyişe uygun şekilde ve bütün ‘imtihanları’ aşarak; adeta bir demokrasi mücadelesinin temsilcisi edasıyla iktidara gelen hükümetin eli kolu bağlı. Kamunun, yani halkın siyasal güç dağılımına, toplumsal iş bölümüne ve kaynakların bölüşümüne, kısacası gerçek anlamıyla siyasete müdahale etmesinden, siyaseti ‘terbiye’ olarak görmeye devam eden anlayış kesinlikle hoşlanmıyor. Türkiye’yi normalleştirmeye, iktidar erkini siyasallaştırmaya, kamusal alanı siyasal alanla bütünleştirmeye yönelik en küçük girişimler bile sert bir biçimde püskürtülüyor. Üstelik, siyasetin, bu yöndeki iyi niyetli, masum ve biraz da mahcup adımları, siyasal iktidarın alanını biraz daha daraltmaya vesile kılınıyor. Kamusal alanda siyasal simgeye gösterilen tepkileri, kamunun siyasetle yeniden buluşmasına duyulan tahammülsüzlüğün sembolik bir ifadesi olarak okumak gerekiyor belki de.
Dış politika alanında, 1 Mart’ta reddedilen ilk tezkerede sergilenen tavrın haklılığı, sonrasında gelişen olayların seyriyle ispat edildiği halde, Amerikan İmparatorluğu, Türkiye’ye “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” başarısını sergiledi. Ulusal güvenlik gerekçesi, bir kez daha siyasal tercihleri bastırmayı başardı. AKP hükümetinin, kendine rağmen almak zorunda kaldığı kararın zararını en aza indirmeye ve o da olmazsa psikolojik rahatlama sağlayacak mazeretler bulmaya yönelik girişimleri de ABD’nin tavırlarıyla sönüp gitti. Bu konuda gerçek iradenin kimlerde olduğu ise yukarıda özetlediğimiz çerçevedeki son gelişmelerle iyice açığa çıktı.
Sonuçta ortaya, kamunun meşru desteğini almış ama her adımında meşruiyet sıkıntısı yaşayan, kendini ispat etmeye çalışan bir iktidar çıkıyor. Ekonomiyi, İMF’nin hazırladığı ve bir önceki hükümetten devraldığı programa, dış politikayı küresel, iç politikayı da yerel “terbiyecilerin” icazetine havale edince, “Türkiye’ye hükümet edenler”in ellerinde kamunun onay verdiği siyasal programlarını uygulayacak alan kalıyor mu?
Ekim ayının siyaset gündemi incelendiğinde hiç de ümit veren bir tabloyla karşı karşıya olmadığımız sonucu çıkıyor. 12 Eylül ile başlatılan, 28 Şubat ile zirveye ulaşan, İMF destekli stand-by programlarıyla pekiştirilen “Türkiye’nin siyasetten arındırılması” projesinin bütün hızıyla uygulamada olduğu hissine kapılmamak elde değil. Sadece, siyasetin temel aygıtları olan siyasî partilerin kongrelerindeki tartışmaların içeri(ksizli)ği bile bu yargıyı ispatlamaya yetiyor. Türkiye’de siyaset, en siyasetsiz dönemlerinden birinde.  

Paylaş Tavsiye Et