Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (September 2005) > Okuyorum > Bir felsefe yolculuğuna nasıl çıkılır?-II
Okuyorum
Bir felsefe yolculuğuna nasıl çıkılır?-II
İbrahim Kalın
Geçen yazımızda Molla Sadra’nın (ö. 1640) felsefe tanımından hareketle bir felsefe yolculuğunun imkanını araştırmış ve ben, varlık ve Tanrı arasında zorunlu bir ilişki olduğunu söylemiştik. Modern felsefenin atomistik ben/birey kavramının tersine, Sadra’nın insanı büyük varlık dairesinin içine yerleştirdiğini ifade etmiş ve Onun “dört aklı sefer”inden bahsetmiştik. Şimdi bu dört seferin ne olduğuna bakalım.
 
İLK sefer, yaradılış âleminden Mutlak Hakikat’e (mine’l-halk ile’l-hak) yapılan yolculuktur. Burada Sadra varlıktan Tanrı’ya doğru hareket eder. Klasik ontolojinin temel meseleleri bu başlık altında ele alınır. Bunun teknik adı el-umuru’l-amme yani “genel prensipler”dir. Buna aynı zamanda “genel manada ilâhî ilim/metafizik” (el-ilmu’l-ilâhî bi-ma’na’l-a’am) da denir. Esfar’ın bu kısmında Sadra varlığın birincil gerçekliği (asâletu’l-vücûd), varlık-mahiyet ilişkisi, zihnî varlık, Platonik suretler, nedensellik, cevherî hareket, zaman, aklın mertebeleri ve akıl ile makulün birliği konularını ele alır.
İkinci sefer Hak ile Hak’tan Hakk’a yolculuk (mine’l-hakkı ile’l-hakkı bi’l-hakkı) adını taşır. Halk’tan Hakk’a giden birinci yolculuk insanın da içinde bulunduğu varlık dairesiyle Hak yani yaratıcı arasındaki irtibatı incelerken, burada Hakk’ın yaratma eyleminin kendisi ele alınır. Yaradılış âlemi ve tabiat nizamı Hakk’ın büyük sanat eseridir ve Sadra tabiat felsefesinin en kapsamlı tahlilini bu bölümde yapar. Sadra’nın ele aldığı konular arasında cevherler ve arazlar, heyulâ, madde ve suret, tabiî suretler ve kategoriler yer alır. Burada Büyük Sanatkâr’ın eseri, kendi bütünlüğü içinde incelenir; çünkü yaratma, Hakk’ın kendisinden yine kendisine yapılan bir yolculuktur.
Üçüncü sefer Hak’tan halk’a Hak’la beraber gidiştir (mine’l-hakkı ile’l-halkı bi’l-hakkı). Burası, Mutlak Hakikat’ten sonlu varlık âlemine giden yolun incelendiği yerdir ve doğal olarak bunun adı “dar manasıyla ilm-i ilâhî” (el-ilmu’l-ilâhî bi’l-ma’na’l-ahass) yani spesifik manada metafizik yahut kelamdır. Nitekim Sadra’nın kelam düşüncesinin en mufassal izahını bu bölümde buluyoruz. Sünnî ve Şiî kelamcılarını eksik ve tutarsız bir metafizik inşa etmekle suçlayan Sadra, üçüncü seferde Tanrı’nın varlığı, isbât-i vâcib, zorunlu varlık, isim ve sıfatlar, Tanrı’nın âlem hakkındaki bilgisi, O’nun kudreti ve inayeti, hayır ve şer problemi (teodise), çokluk âleminin zuhuru ve felsefeyle şeriat arasındaki uyum konularını ele alır. Varlık merkezli bir kelam düşüncesinin en kayda değer örneklerinden birini sunan Sadra, klasik kelam konularını yeni bir bakış açısıyla ele alır ve anlamlı bir teolojinin ancak anlamlı bir ontoloji ile mümkün olduğunu söyler.
Dördüncü sefer, halk’tan halk’a Hak’la beraber yolculuktur ve mine’l-halkı ile’l-halkı bi’l-hakkı adını taşır. Burada ilm-i nefs ve haşir konularını ele alan Sadra, yaradılış âlemi içindeki yolculuğu bir tarafta psikolojiye, diğer tarafta haşir ve mead’a bağlar. İlm-i nefsin burada iki anlamı var. Birincisi nefsin hallerini bilmek, yani insanın nasıl bir varlık olduğunu öğrenmektir. Zira kendini bilmeyen, varlığı da bilemez. İlm-i nefsin ikinci anlamı, insanın güçlü bir ben-bilgisine ve ben-tasavvuruna sahip olmasıdır. Bu ben-tasavvuru, insanın hayata ve ölüme ilişkin temel yaklaşımını da belirler.
Bu yüzden Sadra’nın ilm-i nefs ile ilm-i meadı aynı bölümde ele almasına şaşırmamak gerekiyor. Çünkü insanın bu dünyada başlayan aklî-manevî yolculuğu, öte dünyada da devam eder. Sadra bu görüşünü, nefs konusundaki ünlü teziyle destekler. Sadra’ya göre nefs, ortaya çıkış şartları itibarıyla cismanî/maddî, bekası itibarıyla ruhanî bir cevherdir (cismâniyyetü’l-hudûs, rûhâniyyetü’l-beka). İnsan nefsi, maddî bir varlık olarak ortaya çıkmasına rağmen çeşitli derecelerden geçerek maddeden bağımsız ruhanî bir varlık haline gelir. Bu süreçte tecessüm, tahassüs, tahayyül ve taakkul (akletme) mertebelerinden geçer. Yani bilme melekelerine ve bilgi formlarına tekabül eden varlık kategorilerini tek tek kat eder. Neticede nefs, saf hakikatı saf bir gerçeklik olarak tecrübe edebilen ruhanî bir cevher haline gelir.
 
Zuhur’dan İlke’ye, İlke’den Zuhur’a
Sadra’nın bu dört aklı seferi, varlık konusunda iki yönlü bir düşünme biçimine dayanır. Birincisi var olan(lar)dan yola çıkıp, var olanın ötesindeki ilkeye ulaşmak, diğeri var olanı anlamlı kılan ilkeden hareket edip var olan(lar)a ulaşmaktır. Halk’tan Hakk’a yapılan yolculuk birinciye, Hak’tan halk’a yapılan yolculuk da ikinciye tekabül eder. Teolojik bir dille ifade etmek gerekirse bu, Tanrı’nın yarattıklarından hareketle Tanrı’ya ulaşmaktır; yani güneş ışığını takip ederek ışığın kaynağı olan güneşe ulaşmak. Bu, felsefî düşüncede önemli ve etkili bir yoldur. Çünkü insan aklı her zaman ikna edilmek ister. Akıl, ikna edildiği şeye bu şekilde ‘bağlanır’ ki akl/ratio kelimesinin anlamlarından biri de budur. Bu yüzden Tanrı bile kendi varlığını ve gerçekliğini kullarına anlatabilmek için çeşitli deliller kullanır. Kutsal kitaplar bu delillerle dolu değil mi?
Çoğunluğu ikna etmek için somut, ele-avuca gelir ve tekrar edilebilir delillere ihtiyacımız vardır. Bir filozof yahut Allah dostunun sahip olduğu kavrama gücünü ve feraseti, toplumun çoğunluğundan bekleyemeyiz. Bu yüzden Farabî hem doğru bir epistemolojinin hem de güçlü bir siyasî yapının inşası için mütehayyile gücüne büyük önem atfeder. Ona göre insanların kahir ekseriyeti hakikati akıl aracılığıyla pür bir önerme olarak anlayabilecek epistemik yetilerden yoksundur. Onlar hakikati çeşitli sembol, şekil ve kıyafetlere bürünmüş meseller olarak algılayabilirler. Bu yüzden Kur’an pek çok sembol kullanır. Peygamberler insanları mütehayyile güçlerine başvurarak ikna eder, yani inanmaya hazır hale getirirler. Filozoflar da benzer gerekçelerle semboller kullanırlar. Aynı şekilde bilge-kralın insanların mütehayyile gücüne hitap edebilmesi gerekir. Aksi halde kalabalıklardan hakikat ve adalete dayalı bir toplum inşa edemeyiz. Ancak sınırlı bir grup insan saf hakikati kendisi olarak kavrayabilir. Kısacası hem zuhur’dan ilke’ye, hem de ilke’den zuhur’a giden yol delillerle döşenmiştir. Bütün mesele kimin ne tür delile ne kadar ihtiyaç duyduğu meselesidir.
 
Sefere Yükle Çıkılmaz
Fakat bir ön-bilgi ve harita olmadan var olanların bilgisinden varlığın bilgisine ulaşamayız. Yaratılmış olandan Yaratan’a ulaşmak basit ve yalınkat bir yol değildir. Felsefede doğal teoloji dediğimiz bu düşünme biçimi bizi yaratılanın bilgisinden, mesela âlemdeki nizamın mükemmelliğinden Yaratan’ın bilgisine götürmeye çalışır. Yaratıcı’nın muazzam eserine bakan kişi bütün bunların arkasında bir yaratıcının var olduğu sonucuna ulaşır. Fakat bu hiç bir ön-kabul olmadan ulaşılmış empirik bir sonuç değildir. Yaradılış âlemine baktığında zaten orada yaratıcının büyük kudretini gören kişi, böyle bir çıkarımda bulunabilir. Çünkü klasik İslam düşüncesine göre Tanrı inancı insanın fıtrî bir özelliğidir. Yani insan âleme/varlığa hiç bir zaman boş bir levha olarak bakamaz. Âdemoğlu, bu ontolojik imkândan yoksundur.
Kısacası doğal teoloji bir tabula rasa ile işe başlamaz. Vardığı sonuç aslında ilk önermesinde mündemiçtir. Bu yüzden ‘doğal teoloji’yle ‘dogmatik teoloji’ birbirini besleyen düşünme biçimleridir. Zuhur’dan ilke’ye ya da ilke’den zuhur’a gitmek birbirini nakzeden yollar değildir. Bütün mesele, insanların içinde bulundukları manevî ve epistemik hale göre hangi tür delile ne kadar ihtiyaç duyduğuyla ilgilidir. Tanrı’nın varlığı konusunda bir kelamcı onlarca delil üretmeye çalışırken, Hz. Mevlana buna “demek ki o kadar şüphen varmış” diye tebessüm edebilir. Bu yüzden Sadra dört sefer boyunca yüzlerce felsefî-mantıkî önerme kurar, çıkarım yapar, delillendirmelerde bulunur. Fakat hepsinin sonunda insan-ı kâmil mertebesine ulaşan kişinin bu delillerin hiçbirine ihtiyacı olmadığını söyler. Bu, size Wittgenstein’ın felsefe tanımını çağrıştırıyor mu? Ona göre felsefe, duvara çıkmak için kullandığımız bir merdivendir. Duvara bir defa çıktığınızda artık merdivene bir tekme vurur ve yolunuza devam edersiniz. Çünkü sefere çıkarken ağır yük almamak, hikmet sahibi olmanın işaretlerindendir. Eğer felsefe sizin için böyle bir yükse, onu dahi geride bırakmaktan çekinmeyin!

Paylaş Tavsiye Et