Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2005) > Topluyorum > AB yolun sonu değil!
Topluyorum
AB yolun sonu değil!

 

Arkadaşlar, 2005 yılının ilk topluYORUMunda geçen bir yılın değerlendirmesini yapmayı önerecektim ama Aralık ayında o kadar önemli gelişmeler oldu ki, herhalde ancak onları yorumlayabiliriz diye düşünüyorum.
AB Zirvesi’ni ve Türkiye’nin müzakere tarihi almasını kastediyorsun, değil mi?
Evet, öncelikle o tabii. Ama Irak’taki gelişmeleri kısaca da olsa değerlendirmemiz gerekir.
Bu arada iç gündemi de unutmayalım. Aralık ayı yolsuzluklarla mücadelede tarihe geçecek bir ay olabilir. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral İlhami Erdil’in görevi kötüye kullanmak, ihmal ve eksik mal beyanında bulunmak iddialarıyla yargılanmaya başlaması, Gölbaşı'ndaki Özel Kuvvetler Komutanlığı binasının inşaatındaki yolsuzlukla ilgili eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur da dahil üçü general 39 subay hakkında dava açılması, Yurtbank’ın eski sahibi Ali Avni Balkaner’in 34 yıl hapse mahkum olması, İnterbank davasında Cavit Çağlar hakkında daha önce verilen beraat kararının Yargıtay tarafından bozulmasının ardından Çağlar’ın 4 yıla yakın hapis cezasına çarptırılması, Yüce Divan’a sevk edilen eski Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan ile eski Devlet Bakanı Recep Önal’ın davalarının başlaması ve yine Yüce Divan’da yargılanan eski Bayındırlık ve İskan Bakanı Koray Aydın’ın 5,3 milyon YTL tutarındaki mal varlığına ihtiyati tedbir konması…
Şu YTL’ye hâlâ alışamadım. Eski parayla ne kadar yapıyor söyler misin?
5 trilyon 300 milyar TL. Ama artık yeni rakamlara alışsan iyi edersin. Çevirmek çok kolay aslında. Eski değerle milyon ve daha büyük meblağlardan 6 sıfır atıyorsun. Milyar bin oluyor, trilyon da milyon. Katrilyonla zaten senin işin olmaz. Milyondan küçük değerlerden de 4 sıfır atıp yeni kuruşa çeviriyorsun.
Anlaşıldı, fırsatımız olursa YTL projesi üzerine de birkaç söz ederiz. Evet AB ile başlayabiliriz herhalde. Sonunda beklenen oldu ve müzakere tarihi alındı. Ama tartışmalar hâlâ devam ediyor. Sonucu büyük bir zafer olarak görenler de var, teslimiyet olarak yorumlayanlar da. Biz ne diyoruz?
Müsaadenizle konuşmaya başlamadan önce Güneydoğu Asya’yı etkileyen deprem felaketinde hayatlarını kaybeden Müslümanlara Allah’tan rahmet dilemek istiyorum. Allah böyle afetlerin beterinden ve tekrarından muhafaza etsin.
Amin. Benim de aklımdaydı, hatırlattığın için teşekkür ederiz. Allah geride kalanlara da yardım etsin, sabırlar versin diyoruz.
AB’ye gelecek olursak, az önce ifade ettiğin tarz görüşler, maalesef hâlâ ne olup bittiğini anlayamama, yeni dönemin değişkenlerine uyum sağlamayıp geçmişin sabiteleriyle düşünmeye devam etme zafiyetini barındıran değerlendirmeler. Ayrıca bunların konunun derinliğine nüfuz etmeyen yüzeysel yorumlar olduğunu da söylemeliyiz. Bir kere uluslararası ilişkiler düzleminde mutlak zafer veya mağlubiyet ancak çok istisnaî durumlarda söz konusu olabilir. Bir tarafın kesin üstünlüğüyle sonuçlanan savaşlarda bile çoğu zaman kazanan mutlak zafer değil, göreceli ve dönemsel bir üstünlük elde etmiş olur. Dolayısıyla ‘biz ne diyoruz’ denildiğinde bu çerçevede görüş serdetmek çok yanlış olur.
Türkiye’nin çok boyutlu ve dinamik uluslararası ilişkiler perspektifi ile ritmik diplomasi politikası tercihinden bahsediyorsun, değil mi? Yani yeni parametreler bunlar. Peki bu çerçevede AB ile ilişkileri nasıl değerlendirebiliriz?
Aslında daha önce de sık sık benzer değerlendirmeler yaptık. Ben önümüzdeki döneme ilişkin çerçevemizi, stratejik planlama biçimine uygun tanımlamaktan yanayım. Bunun için önce misyonumuzu ve vizyonumuzu belirlemek gerekir. Firmalardan farklı olarak milletlerin misyonunu yöneticiler, hatta zaman derinliğinde tanımladığımız milletin yaşadığımız dönemdeki izdüşümü olarak görebileceğimiz halk bile belirleyemez. Misyonunuz milletinizin tarihi içinde şekillenir ve ortak kimliğinizin tabii bir parçası, aidiyet bilincinizin ifadesi haline gelir. Zaman zaman iktidarı ele geçirenler toplum mühendisliği hayalleriyle ülkeyi misyonunun dışına çıkmaya veya misyonu değiştirmeye yeltenebilirler. Dahası nadiren de olsa halkın büyük bir kısmı misyonunu terk etme eğilimi gösterebilir. Bu durumlarda ya büyük çalkantılar ve krizlerle millet “titrer ve kendine döner” veya kimlik erozyonu bir kanser gibi yayılır ve o millet tarih sahnesinden yok olur.
Çok şükür bizde bu son bahsettiğin dejenerasyon yaşanmıyor. Kökümüz kuvvetli. Fırtınalarda sağa sola eğilsek de, sonunda yeniden doğrulmayı başarıyoruz.
Misyon, millet olma iradesinin ifadesi ile tarihte ve bugün ‘Türkiye’yi Türkiye yapan’ değerler ortak paydası oluyor. Peki vizyon?
Siyasî iradeye ve dönemsel toplumsal yapıya göre değişkenlik gösterebilen vizyondur. Türkiye için örnek verecek olursak; “yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkarmak, milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılmak, millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmak” bir vizyondur. “Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur; Türkiye de o yeni dünyada yerini alır”, “Türkiye’yi, her mahallesinde bir milyoner olan küçük bir Amerika yapmak”, “100 milyonluk, bastığı yeri titreten bir Türkiye” veya “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar büyük Türk dünyası” birer vizyondur. Önemli olan, vizyonun misyonunuzla uyumlu, ülkenin stratejik varlıklarını dikkate alan ve yaşanan gerçeklikten kalkarak “muhtemel dünyanın mümkün Türkiye’sini” tasarlayan bir anlayışla oluşturulması. Örneğin; son dönemde sık duyulan bir vizyon olan “Batı ile Doğu arasında bir köprü olmak” Türkiye’ye edilgen ve iddiasız bir rol biçiyor.
Buna benzer bir konuyu sanırım daha önce konuşmuştuk. Hatırlayan var mı?
Doğru, geçen Haziran’da NATO’yu ve BOP’u tartışırken “Türkiye köprü değil merkez ülke olmalıdır” demiştim ben.
İşte “Türkiye, bölgesel barışın kurucusu ve küresel bir güç olma yolunda ‘merkez ülke’ olacaktır” vizyonu bence yeni dönemin temel çerçevesini oluşturacaktır. AB ile ilişkileri de bu bağlamda değerlendirmekte yarar var.
Yalnız bir hususu gözden kaçırmayalım. Vizyon belirlemek bizim irademizle olsa da, bu vizyonun iç ve dış çevre analizine uygun olması şarttır. Yoksa dilin kemiği yok tabii ki; insan hayal ettiği müddetçe yaşar. Ama stratejide hayallere yer yoktur. Bu vizyon bana biraz abartılı geldi doğrusu.
Biraz açayım isterseniz. Türkiye jeopolitik, jeoekonomik ve jeokültürel açılardan gelecekteki küresel düzenin ana akımının oluşumunda temel bir rol oynama konumundadır. Coğrafî yaygınlığı, tarihî derinliği, demografik yapısı ve kültürel bileşenleri Türkiye’yi dünyanın en stratejik siyasî, ekonomik ve kültürel alanlarının doğal merkezi haline getiriyor. Asya ile Avrupa’nın, Karadeniz ile Akdeniz’in, Balkanlar-Orta Doğu-Kafkasya üçgeninin ağırlık merkezi Türkiye değil mi?
Türkiye’nin coğrafî konumunun önemi bir gerçek; ama bu tek başına bir şey ifade etmez. Söz konusu potansiyeli değerlendirecek ekonomik ve siyasal güç yoksa, haydi ben de stratejik planlama diliyle konuşayım, bütün bu fırsatlar birer tehdide dönüşür.
Çok doğru. Ama ben hayalî bir güçten değil, kuvveden fiile geçmesi mümkün bir potansiyelden bahsediyorum. Mesela Türkiye karaların ortasına sıkışmış denize kapalı bir ülke olsaydı ve biz bu vizyonu ortaya koysaydık, hayalci olabilirdik. Ama unutmayın ki, Türkiye Afro-Avrasya’nın Doğu-Batı ve Kuzey-Güney ticaret yollarının, enerji nakil hatlarının en rasyonel geçiş yoludur. Üstelik adalar ve Marmara Denizi hariç 6 bin 530 km kıyı uzunluğu ile Kıta Avrupa’sının, Orta Doğu’nun ve Akdeniz havzasının deniz açılımı en geniş olan ülkesidir. Yine Türkiye 10-15 milyon nüfuslu, yüzölçümü 100-150 bin km2 olan bir ülke de değil. İç Anadolu bölgesi 25 AB ülkesinin 18’inden daha büyük. Bir tek İstanbul, 18 AB ülkesinden fazla nüfusa sahip. Gelecekse daha aydınlık; 22 yaşın altında 32 milyon Türk vatandaşı var; oysa bütün AB’de bu sayı 105 milyonu ancak buluyor. Nüfus artış hızını da göz önüne aldığımızda on yıl sonra üyelik gerçekleşirse, bütün Avrupa’daki genç nüfusun üçte biri Türkiye’de olacak.
Bu arada Türkiye’de tarımdaki istihdam 7 milyon; 40 milyar dolarlık da üretim gerçekleştiriliyor. AB’nin 25 ülkesinde ise toplam tarım istihdamı 8,5 milyon; ama 320 milyar dolar üretiyorlar. Yani çalışan insan sayısı %20 fazla ama üretim tam sekiz kat! AB ortalamasında öğrenci başına 4 bin dolar harcanırken biz de 400 dolar bile ayrılamıyor. Üstünlük zannettiğimiz bazı şeyler zaaf olmasın?
Bence mutlak üstünlük veya zaaftan bahsetmek mümkün değil. Gerçekten de Türkiye birçok göstergesiyle ölçek bakımından AB’ye oranla büyük bir ülke. Tarihinden ve kültüründen gelen güçlü yönleri de var. Yine daha önce bir vesileyle ifade etmiştik; Avrupa tarihte etnik ve kültürel olarak hep homojen bir bölge oldu. Avrupa medeniyetinin unsurlarından biri Yahudilik olduğu halde Yahudileri dışladılar; hatta yok ettiler. Asimile olmayan ırkları, Ortodoks Slavları bile yüzyıllar boyu Avrupalı saymadılar. Kısacası Avrupa çok kültürlü, kozmopolit bir yer olmadı. Küresel olmak ise bunu zorunlu kılar. Tek boyutlu coğrafya, tarih, kültür; dünyayı kuşatmaya yetmez. Halbuki Türkiye hem tarihte, hem de bugün bir medeniyetler, renkler, kültürler harmanı.
Dikkat et de ‘mozayiği’ deme. Biliyorsun o tehlikeli bir ifade.
Aynı sorun burada da var. Birilerinin sürekli Sevr kâbusu görmesi bu yapıdan kaynaklanmıyor mu? Bu ülkede totaliter baskılarla ve toplum mühendisliği girişimleri ile, sadece bu çok renklilik değil, toplumdaki her türlü farklılaşma yok edilmeye çalışılmadı mı?
Arkadaşlar benim fiziğim çok iyi değil, ama fizikten bir örnek vermek istiyorum. Biliyorsunuz potansiyel enerjiyi kinetik enerjiye dönüştürmek için bir muharrik lazım. Reaksiyonları başlatan aktivasyon, eşik enerjisi gibi. İşte Türkiye’nin potansiyelini harekete dönüştürecek, tehditleri bertaraf edip fırsatları gerçekleştirecek bu enerji, milletin kendine güveni ve yönetenlerin sahip oldukları vizyon oluyor. Dolayısıyla iş AB’yi ve kendimizi nasıl tanımladığımız, bu ilişkiyi nasıl gördüğümüz noktasında düğümleniyor.
Sıkıntı da buradan doğuyor zaten. Milletin değerleriyle problemi olan bir grup AB’yi, hayallerindeki pozitivist-seküler toplum modelini geri dönülmez kılacak bir çıpa olarak gördüğü için istiyor. Bir başka grup ise iç siyasetteki güç odaklarından yılmış, AB’yi muhtemel yıkıcı darbelere karşı bir siper olarak gördüğü için istiyor. Karşı çıkanlar ise, yine neredeyse tamamen aynı değerlendirmelerle ama sadece bu tabloda farklı konumlandıkları için istemiyorlar. Bunlar, AB’nin bizi medeniyet eksenimizden çıkaracağını savunanlarla, AB’nin iç ve dış tehditlere karşı Cumhuriyet’in zinde güçlerini etkisiz kılacağını savunanlar. Yani isteyenlerle karşı çıkanlar birbirlerinin aynadaki aksi gibiler. Bütün bu gruplarda büyük bir kendine güven eksikliği ve ben idraki zaafı var.
Bence problemin bir yönü de sivil toplum inisiyatifimizin olmaması. Türkiye’de bir hükümet şu veya bu nedenle AB’ye girmek isteyebilir. Bunun yıkıcı sonuçları da söz konusu olabilir. Bu durumda bize düşen hükümet politikalarının değişmesini beklemek değil, sivil toplum olarak tehdit gördüğümüz yerde kendimize sahip çıkmak olmalı. AB’nin Türkiye’yi gâvurlaştıracağından korkanlar hükümetin ‘hidayete ermesini(!)’ bekleyeceklerine buna karşı ne yapabileceklerini tasarlamalı.
Hepsi iyi güzel de, Türkiye AB’yi niye istiyor, hâlâ tartışabilmiş değiliz. Yeni dönemin parametrelerinden ve vizyondan bahsettik ama bu soru havada kaldı.
Türkiye Soğuk Savaş döneminde sistemin sağladığı parametrelerle bir denklem kurmuştu ve değişkenlerin her yeni değeri için bu denkleme göre konumunu belirliyordu. 1990’da dünyada bir trend kırılması yaşandı ve eski denklem açıklayıcılığını kaybetti. Değişim o denli köklüydü ki, küresel düzen fonksiyonunun yapısını değiştirdi. Dolayısıyla sadece parametrelerin değişmesi bile yetmedi. Oysa Türkiye bu değişimin gerektirdiği dinamizmi sergileyemedi. Soğuk Savaş döneminin ürünü kurumlar ve kişiler, eski alışkanlıklarıyla aynı politikaları sürdürmek isteyince ülke içeride ve dışarıda ciddi bir güvenlik bunalımına sürüklendi. Buradan çıkış ise ancak çok boyutlu, ilan edilmiş ilkelere ve kurallara dayanan, ritmik bir diplomasi ve dinamik bir dışa açılım ile yürütülen dış politikayla mümkün olur. İşte AB ile ilişkiler bu sürecin bir unsuru olarak değerlendirilirse, sağlıklı bir sonuca ulaşılabilir.
Tarihî derinlik boyutuyla bir açılım sağlayalım isterseniz. Zira bu tespit sadece yakın döneme özgü değil, tarih boyunca temel politika bileşenleri üzerinde belirleyici olmuş bir ilkeye istinat ediyor. Oğuzların hareketi 1500 yıldır Batı’ya doğru oldu. Bu süreçte geçtiğimiz bölgelerdeki bütün yerleşik medeniyetlerle etkileşim içine girdik. Onları dönüştürdük ve biz de dönüştük. Ama İslam medeniyetinin sabiteleriyle inşa ettiğimiz aslî unsurumuzu hep koruduk. Sonuçta İyon-Hitit medeniyetlerinin, Hint-Mezopotamya-İran medeniyetlerinin ve Mısır-Roma medeniyetlerinin birikimlerinin Türk-İslam potasında eritilmesiyle bir cihan devleti doğdu.
Osmanlıların bu saydığın bütün medeniyetlerden etkilendiğini mi söylüyorsun? Osmanlı devleti böyle bir derinliğe gerçekten sahip mi?
Osmanlı’nın model aldığı devlet, Hz. Süleyman’ın devletiydi. İlahî bilgelikle dünyevî iktidarın ideal bileşkesi olan bir devlet-i ebed müddet. Birçok Osmanlı eserinde altı köşeli yıldızın kullanıldığını görürsünüz. Hz. Süleyman yıldızı olarak tanınan bu yıldız, evrenin altı yönünü; kuzey, güney, doğu ve batı ile yukarı ve aşağıyı simgeliyordu. Aynı zamanda Hz. Süleyman’ın adaletinde somutlaşan ilahî adaletin de ifadesiydi. Siyasî olarak varlığına son verdiği Roma’nın mirasına sahip çıktığı ve Doğu Kilisesi’nin hamisi olduğu ise tarihi bir gerçeklik.
Arkadaşlar, bütün bunların AB ile ne ilgisi var? Konuyu biraz fazla dağıtmadık mı? Sadede gelelim.
Geliyoruz. Osmanlı, 1350’de Avrupa’ya adım attı, 1396’da yerleşti, 1500’de kökleşti. 15 ila 17. yüzyıllar arasında Orta ve Doğu Avrupa’nın hakimi, Avrupa’nın en büyük gücüydü ve o dönemden beri de hep Avrupa siyasetinin önemli bir unsuru olageldi. Yani Avrupa ile ilişkiler bizim için yapısal bir tercih, jeopolitik ve tarihî bir gerçekliktir.
İyi de bu dönemdeki ilişki ile o dönemdekini nasıl karşılaştırabilirsin? Türkiye’nin AB ile ilişkileri, olsa olsa 1856 Paris Konferansı’nda Osmanlı devletinin bir Avrupa devleti olarak kabul edilmesiyle kıyaslanabilir. O zaman Kopenhag Şartları yerine Islahat Fermanı vardı.
Bu örneği verdiğin iyi oldu. Osmanlı devleti dünya konjonktüründen yakından etkilenen ve uygun tepkileri veren bir yapıya sahipti. Tabii özellikle askerî genişlemenin sona ermesiyle beraber bu hassasiyet daha da arttı. Zira tepki vermekte gecikilince ciddi krizler yaşanıyor ve restorasyonlar yapma mecburiyeti hasıl oluyordu. 1648 Westfalya düzenine Osmanlılar 8 sene sonra Köprülüler ıslahatıyla karşılık verdi. 1789 Fransız Devrimi, 3 sene sonra Nizam-ı Cedit ile, 1815 Viyana Kongresi düzeni Tanzimat’la, 1870-71 yeni Avrupa düzeni II. Abdülhamit reformlarıyla cevaplandı. Hatta Misak-ı Millî ve Büyük Millet Meclisi Wilson İlkeleri’ne, çok partili demokrasi de BM sistemi ve iki kutuplu dünya düzenine verilen tepkiler olarak yorumlanabilir. Ama 1853 Kırım Savaşı sonrası Osmanlı diplomasisi, dış politikayı dönemin en büyük gücüne, o olmazsa onun en büyük rakibine endekslenmek şeklinde yürüttü. Cumhuriyet de tevarüs ettiği bu yapıyı sürdürdü. Soğuk Savaş döneminde uluslararası ilişkiler alanı statik, temel unsurları da sabit olduğundan izlediğimiz politikalar, jeopolitik konumumuzun da yardımıyla durumu idare etmeye yetti. Ama 1990’dan itibaren eski paradigma sona erdi. Daha önce ifade edildiği gibi güvenlik krizi yaşandı, doğru; ama gelişmeler bununla sınırlı kalmadı. Türkiye 10 yıl boyunca tepki veremediği ve dahası bu yönde girişimde bulunamadığı için sonunda 1999-2001 krizini yaşadı. Bu kriz ekonomik, sosyal ve nihayet siyasal yapının köklü bir şekilde değişmesi sonucunu verdi. Dış politikada da bunun yansımaları yaşanacaktı ve yaşanıyor da.
Bu tarihsel perspektif gerçekten çok aydınlatıcı oldu. AB ile ilişkilerin yeniden tanımlanan bir küresel düzen çerçevesinde Türk dış politikasının alacağı yeni biçim içerisinde yorumlanması gerektiği anlaşılıyor. Bunu da kısaca yapalım isterseniz.
Tarihî derinlik boyutunda bırakılan yerden ben devam edeyim ve en başta değindiğim noktayla bunu birleştireyim. Türkiye artık çok boyutlu bir dış politika izliyor. Ve bunun sonuçlarını da alıyor. 2003 başı ile 2005 başını karşılaştırırsak, ne demek istediğim anlaşılır. 2003 başında Kıbrıs konusunda sıkışmıştık. 28 Şubat bir son tarihti. 10 Mart Lahey Zirvesi’nden sonra BM tarafından çözümsüzlüğün sorumlusu ilan edilmiştik ve 1 Mayıs’ta Rum kesiminin AB’ye üyeliğinin gerçekleşmesiyle büyük bir darbe yiyeceğimiz endişesi vardı. Yine aynı günlerde Bush, Ankara’ya gönderdiği bir mektupta Irak konusundaki taleplerinin karşılanması için ‘üç gün’ mühlet vermişti. 18 Şubat ABD tarafından bir ‘deadline’, son cevap tarihi olarak ilan edilmiş, hele 1 Mart tezkeresi Meclis’ten geçmeyince Türkiye’nin yolun sonuna geldiği, Washington’da telefonlarımıza kimsenin çıkmayacağı yorumları yapılmıştı. AB-Kıbrıs-Irak-ABD dörtgeninde hapsolmuş görünen Türkiye, İslam Dünyası tarafından İsrail’le anlaşmış, güvenilmez bir ülke olarak nitelendiriliyordu. Rusya bizi ciddiye bile almıyordu. Halbuki 2005 başından geriye dönüp baktığımızda tablo bir hayli farklı görünüyor. AB, Kıbrıs ve Irak birbirinden ayrılarak üçünde farklı adımlar atıldı. Kıbrıs’ta referandumla avantajlı pozisyona geçtik. Şimdi alacaklı olan biziz. AB’den müzakere tarihi aldık. Başbakan Erdoğan Washington’da üst düzey bir karşılama gördü ve Bush da Türkiye’ye geldi. Irak’a komşu ülkeler perspektifiyle başlattığımız inisiyatif, İKÖ Genel Sekreterliği’ne Türkiye’nin adayının seçilmesine kadar gitti. Tarihte ilk defa bir Rus devlet başkanı Türkiye’ye geldi. Ayrıca, AB Komisyon Başkanı, Alman Başbakanı ve İngiltere Veliaht Prensi gibi küresel liderlerin ziyaretlerine, NATO, İKÖ ve İSEDAK Zirveleri gibi toplantıları da eklersek nereden nereye geldiğimiz ortaya çıkar. Bütün bu konularda yıllardır izlediğimiz tek boyutlu statik politikalar yüzünden hiçbir hareket alanımız kalmamışken, yaşanan bilinç sıçramasına paralel olarak her bir alanda gerekli adımları atarak manevra kabiliyeti kazandık. İşte AB’yi de bundan sonra nihaî bir amaç değil, stratejik bir hedef olarak değerlendirmemiz gerekiyor.
Zaman geçince bunlar unutuluyor. Böyle karşılaştırmalı bir biçimde ortaya konulunca hakikaten olağanüstü bir performans sergilendiğini anlıyor insan.
İsterseniz ben özetlemeye çalışayım. Türkiye yeni dönemin gereklerine uygun yeni bir anlayışla dinamik şartlara uyum sağlıyor. AB’yi kurtarıcı veya yok edici olarak görmek özgüven eksikliğinden kaynaklanıyor. AB’yi dış politikamızın temel ekseni haline getirmek de yanlış; zira bu bir var olma meselesi değil, stratejik bir hedeftir. Türkiye’nin AB ile ilişkileri edilgen olduğu bir tabiiyet süreci değil, küresel bir güç olma iddiası taşıyan bir merkez ülkenin AB’nin geleceğinde belirleyici rol oynayacağı bir süreçtir.
Son olarak bir şey eklememe izin verin. Türkiye Rusya ve Çin ile Avrasya eksenli işbirliğini geliştirmeli; bölgesinde, özellikle Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu’da etkinliğini artırmalı, İslam Dünyası ve Türk Dünyası atılımlarını hızlandırmalı, Afrika, Doğu Asya ve Latin Amerika gibi şimdiye kadar neredeyse hiç ilişki geliştiremediği bölgelere açılmalı; kısacası tarih ve medeniyet derinliğini, coğrafî yaygınlıkla birleştirerek hem dikey, hem yatay eksende çok boyutlu bir politika oluşturmalıdır. AB bu politika matrisinin sadece bir unsuru olarak görülmelidir. Türkiye Avrupa’ya sığamayacak kadar büyük olduğuna önce inanmalı; sonra da bunun gereğini yerine getirmelidir.
Biraz da Türkiye’nin AB’den müzakere almasıyla sonuçlanan zirveyi değerlendirelim. Kıbrıs’ı verdik mi? Ucu açık süreç, üyeliğin gerçekleşmemesi halinde özel statüyü çağrıştıran AB kurumlarına “anchored (demir atmış)” bağlanma, kalıcı derogasyonlar gibi konularda aslında kayıpta mıyız?
Kıbrıs en rahat olmamız gereken konu bence. Asıl risk almış olanlar AB ve daha çok da Rum Kesimi.
Niye? 3 Ekim’e kadar Güney Kıbrıs’ı tanımak zorunda olacağız. Üstelik müzakere sürecinin her adımında Rum vetosu tehdidine maruz kalabiliriz.
Arkadaşlar yapmayın. AB’ye üyelik sürecine girmişiz. Bir mucize olsa ve yarın bizi AB’ye alsalar ‘tanımıyoruz’ diye direttiğimiz adamlarla ortak olacağız. Ayrıca Annan Planı’nı kabul ederek bir avantaj sağlamış gibi görünmemizi de çok büyütmemek lazım. 1974’ten 2004’e kadar 30 yıl boyunca Denktaş’ın reddettiği planları ve BM kararlarını unutmayalım.
Ben bu değerlendirmelere katılamıyorum. Bizim için en riskli olabilecek dönem 1 Mayıs 2004 ile 17 Aralık 2004 arasındaki dönemdi. Zira Rum Kesimi AB üyesi olarak avantajlı, Türkiye ise müzakere tarihi alma arifesinde görece zayıf bir konumda olacaktı. Rumlar müzakereleri bu döneme bırakmak istiyordu. 14 Aralık seçimlerine kadar Kıbrıs’ta bir belirsizlik vardı ve dolayısıyla manevra kabiliyetimiz sınırlıydı. Ama seçimlerin ardından Aralık 2003 ile Mayıs 2004 arasını olabildiğince aktif geçirmek gerekiyordu ve bunu da başarıyla yaptık. Neredeyse Avrupa Konseyi’nden ihraç edilme noktasından adım adım ilerleyerek Rum Kesimi’ni köşeye sıkıştırdık ve Annan Planı’nı referandumda kabul ederek zirveye çıktık.
Zaten taahhüt ettiğimiz husus Rum Kesimi’ni tanımak değil, yeni on ülkenin de AB’ye katılımını göz önüne alarak, Ankara Anlaşması’nın onaylanmasıyla ilgili protokolü, tam üyelik müzakereleri başlamadan önce imzalamak. Yani muhatabımız AB; Kıbrıs Rum Kesimi değil.
Dahasını söyleyeyim. Bu protokolün imzalanmasının Güney Kıbrıs’ı tanımak anlamına gelmeyeceğini biz bildirdik; garantör İngiltere de dahil olmak üzere AB ülkeleri de kabul etti. İlk taslakta önümüze konulan “without reservation (hiçbir kayıt ve çekince olmaksızın)” ibaresini çıkarttık. Dolayısıyla 3 Ekim’de protokolü “bu imza Güney Kıbrıs’ı tanıma anlamına gelmez; ayrıca Kıbrıs Rum Kesimi adanın bütününü temsil edemez” kaydıyla imzalamamız durumunda, Kıbrıs’ın fiilen bölünmüş olduğu bir AB hukuk metninde yer almış olacak. Bu durumda Verheugen’in söylediği, “Yeşil Hat AB’nin sınırı haline geldi” yorumu da hukukî zemin kazanmış olacak.
Papadopulos’un son açıkladığı kırmızı çizgileri nasıl yorumlamak gerekir?
Ben o açıklamadan hiçbir şey anlamadım. Papadopulos farkında mı bilmiyorum; ama Türk tarafını bir hayli rahatlattı. Her şeyden önce Annan’ın hakemliğini reddederek BM’yi karşısına aldı. Çözümün bir takvime bağlı olmamasını istedi. Bu durumda müzakereler sürdüğü müddetçe Türkiye aleyhinde veto kartını kullanması mümkün değil. Devam etmekte olan bir süreçle ilgili Türkiye’yi engelleme ihtimali olmaz. Diğer iki şart ise Papadopulos’u dünya kamuoyu nezdinde anlaşmayı istemeyen bir konuma getiriyor. Aslında tam bastırılacak zaman.
Çok iyimsersiniz. Peki kalıcı derogasyonlar ve tam üyeliğin gerisinde özel statü konusunda ne diyorsunuz?
Bir kere o hususlar Türkiye bölümünde değil, genel esaslar arasında yer aldı. Kalıcı olan da sınırlamaların kendisi değil, sınırlama getirme mekanizması. Ve bunu yapmakla Avrupalılar, Türkiye korkusuyla bütün AB sürecini tehlikeye attılar. Zira bu uygulamalar yeni üye olacak ülkeler için olduğu kadar eski üyeleri içerecek şekilde yorumlanmaya açık. Türkiye’ye karşı olduğu gibi Portekiz’e veya Polonya’ya da uygulanması teorik olarak mümkün. Veya tersten, ileride diğer üyelere uygulanmayan bir hususun Türkiye’ye uygulanması durumunda konu mahkemeye intikal ettiğinde kararın ne olacağı belli. Zaten bu tür kararlar AB’nin kurucu felsefesine aykırı. Sonuçta bu birlik, ulus-devletlerin egemenliklerini esnetecek ulus-üstü bir ‘tek Avrupa’ fikrine dayanıyor. Ulus-devletlere yetkileri iade ettikçe, sorun derinleşir.
Belki burada AB’nin geleceği hakkında bir bahis açmak yerinde olur. Karar mekanizması hantal, kurumları esneklikten uzak, üyeler arasındaki farklılaşma giderek daha büyük boyutlara varıyor ve bunu dengeleyecek mekanizmalar geliştirilemiyor. Dahası, Avrupa kimliği konusunda görüş farklılıkları büyüyor. Türkiye’nin üyeliği sürecinin AB’nin kendisiyle yüzleşmesine döneceği aşikâr. Kehanette bulunmayı sevmem; ama 2014’ten sonra girilecek bir AB bulabilir miyiz, bulursak o bugün öngörülen AB’ye ne kadar benzer, şüpheliyim.
Arkadaşlar bu pilav daha çok su kaldırır; ama burada noktalamak zorundayız.
Konuşacağımız başka konular da vardı. Onlar ne olacak?
Onları da inşallah diğer topluYORUMlarda değerlendiririz. Bütün meseleleri bu ay bitirmemiz gerekmiyor. Başlığımızı da koyalım: “AB yolun sonu değil!”

Paylaş Tavsiye Et