Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2005) > Okuyorum > Bir kahraman yaratmak: Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendi’si
Okuyorum
Bir kahraman yaratmak: Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendi’si
İbrahim Kalın
Modern Türk Edebiyatı’nın ilk romanı kabul edilen Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendi’si, 19. yüzyıl Türk toplumuna ışık tutan eğlenceli metinlerden biridir. Romandaki ne Osmanlı, ne de bir ‘alafranga’ olabilmiş, iki cami arasında bînamaz Felatun Bey ile dürüst, çalışkan, güvenilir, sevecen; kısacası tam bir ‘alaturka’ kişiliğe sahip Rakım Efendi arasındaki büyük tezat, Ahmet Mithat’ın dönemin alafranga hastalarına yönelik en köklü eleştirisidir.
  
MODERN Türk Edebiyatı’nın ilk romanı kabul edilen Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey ile Rakım Efendi’si, 19. yüzyıl Türk toplumuna ışık tutan eğlenceli metinlerden biri. Ciddi bir edebiyat tenkidine tâbi tutulduğunda, Ahmet Mithat’ın eserinin iyi bir roman olduğunu söylemek zor. Romanın kurgusunda ve dilinde, bir ilk olmanın zorunlu kıldığı bütün kusurları görmek mümkün. Örneğin Ahmet Mithat, romanın iki kahramanı arasında bir türlü denge kuramaz. Felatun Bey’i zaman zaman unutur ve sayfalarca Rakım Efendi’yi anlatır. Yaptığı karakter tahlilleri, tasvirler ve diyaloglar Türkçe’nin dil derinliğini yansıtmaktan uzaktır. Olayların ya çok yavaş ya da çok hızlı geliştiği roman, bizi bir yerlerimizden yakalayıp hitamına kadar sürüklemez.
Bütün edebî kusurlara rağmen Ahmet Mithat Efendi, bir dönemin, hem de zorlu bir dönemin fotoğrafını çekmeye çalışan bir eser ortaya koyar. İlber Ortaylı’nın “imparatorluğun en uzun yüzyılı” dediği bu dönem, tek bir akım ya da kavrama indirgenemeyecek kadar karmaşık ve renklidir. Bu yüzden Ahmet Mithat’ınkiler dahil, o döneme ait bütün tahlil ve değerlendirmeleri ihtiyatla karşılamak gerekir. Ortaya bir resim çıkacaksa bu, farklı fırça darbelerinin zenginleştirdiği ve derinleştirdiği bir çalışma olmalıdır. Aksi halde indirgemeci ve lineer bir tarih anlayışıyla, tarihi ilerleme ya da gerileme arasında gidip gelen tek yönlü bir süreç olarak okuma tuzağına düşebiliriz.
 
İki İnsan, İki Dünya
Bu ihtiyat kaydını akılda tutarak, Ahmet Mithat Efendi’nin 19. yüzyıl İstanbul’unu nasıl kurguladığına yakından bakalım. Romana adını veren Felatun Bey ile Rakım Efendi, Osmanlı’nın son dönemindeki iki farklı tipi temsil eder. Felatun Bey, büyük bir servet tevarüs etmiş, alafranga/sosyete bir hayat yaşamak isteyen ve bu sebepten hep kendini küçük düşüren biridir; çoğunluğunu gayrimüslimlerin oluşturduğu İstanbul sosyetesiyle oturup kalkmaktan başka bir iş yapmaya fırsat bulamaz. Onun romanın sonunda tükenen mirası, aynı zamanda ne kendisi (yani bir Osmanlı) ne de bir ‘alafranga’ olabilmiş, iki cami arasında bînamaz Felatun Bey’in de tükenişini anlatır.
Felatun Bey’in karşısında, tam bir Osmanlı çocuğu olan Rakım Efendi’yi buluruz. Rakım Efendi, dürüst, çalışkan, güvenilir, sevecen; kısacası tam bir ‘alaturka’ kişiliğe sahiptir. Hem “serbest yaşar, hem de namuslu”. Felatun Bey kadınların gece gündüz peşinde koştuğu halde yüzüne bakacak kimse bulamazken, Rakım Efendi kadın-erkek herkesle iyi geçinir. Daha doğrusu kadınlar ona ilgi duymaktan kendilerini alamazlar.
Rakım Efendi’nin mütevazı bir şekilde başladığı mütercimlik, ona kısa sürede hayatını rahatlatacak bir servet kazandırır. Hiç kimsede gözü-gönlü olmadığı halde, bir gün çarşıda bir Çerkez kızı görür ve onu cariye olarak satın alır. Bu arada Rakım, İstanbul’a İngiltere’den göç etmiş varlıklı bir İngiliz ailesinin iki kızına Türkçe öğretmeye başlamıştır. Edepli davranışları ve Osmanlı kültürü hakkındaki engin bilgisiyle, kısa sürede İngiliz ailenin gözdesi haline gelir. Rakım kızlara, Türkçe’nin dışında Hafız Divanı’ndan Osmanlı adabına kadar pek çok şey öğretir. Bir zaman sonra kızlardan birisi Rakım’a aşık olur; hasta düşer. Doktor tek çarenin Rakım’ın bu kızla evlenmesi olduğunu, aksi halde kızın öleceğini söyler. Fakat bu sırada o, cariye olarak aldığı Canan’a aşık olmuş ve onu kendine eş edinmiştir. Büyük bir asalet örneği göstererek, İngiliz babanın bütün ricasına ve servetinin yarısını ona vereceğini söylemesine rağmen, Canan’a olan aşkına ihanet etmez.
Bu arada “gâvurca ismi Platon olan” Felatun Bey de, İngiliz aileyle ahbaplık etmektedir. Rakım’ın onların nazarında sahip olduğu itibar ve saygıyı kıskanır ama bu konuda bir şey yapamaz. Kendine itibar kazandırmak için bir-iki şey dener; fakat her defasında küçük düşer. Ailenin aşçısıyla ilişkisi ortaya çıkınca, konaktan men edilir. Bir türlü huzur ve mutluluk bulamayan Felatun, servetini, kendisiyle metres hayatı yaşadığı bir Fransız kadına kaptırır. Üstelik kumar alışkanlığı yüzünden bir sürü borca girer. Sonunda Cezayir’de bir şehre kaymakam olarak atanır.
Felatun Bey ile Rakım Efendi arasındaki bu büyük tezat, Ahmet Mithat’ın dönemin alafranga hastalarına yönelik en köklü eleştirisidir. Alafranga her şeyin iyi ve güzel, alaturka her şeyin geri ve köhne olduğunu düşünenlere karşı yazarımız, aslında işin hiç de öyle olmadığını söylemek ister. Romanda Türk ve Müslüman olmayan karakterler, bu durumu her seferinde dile getirir. Örneğin Yozenifo adlı Fransız piyano hocası, Avrupalıların mutluluğun ne demek olduğunu bilmediklerini, Türklerin ise her şeyi yerli yerinde yaptığını söyler. Rakım’ın Türkçe okuttuğu İngiliz kızları Osmanlı-İslam kültürüne o kadar vâbeste olurlar ki, anne ve babası onların Müslüman olacağından korkar. Ama bir taraftan da bu durumdan gizli bir haz duyarlar. Çünkü onların gözünde de “yüksek kültür” diye bir şey varsa bu, Osmanlı kültürüdür.
 
Kötü Avrupalılar, Budala Türkler
Ahmet Mithat Efendi’nin bu “hakikati gâvurun ağzından söyletme” stratejisi, kitap boyunca tekrar edilir. Hatta bir yerde Yozefino, Avrupa’nın kötü insanlarının iyilerinden çok olduğunu; buna karşılık Felatun Bey’e atıfta bulunarak bazı Türklerin de ‘budala’ olduklarını söyler. Avrupa’nın her şeyiyle kötü olduğu ortadayken Türklerin bunu görmeyip onların oyununa gelmesi, tam bir talihsizliktir.
Bu temayı işlerken Ahmet Mithat, alışageldiğimiz bir düşünce kalıbının dışına çıkar. Ona göre “Avrupa’nın maddî medeniyeti-İslam dünyasının manevî değerleri” ikilemi, aslında pek de ciddiye alınacak bir şey değildir. Çünkü romanda anlatıldığı kadarıyla ‘müstağrip’ insan tipini temsil eden Felatun Bey’in kaybettiği tek şey kimliği değildir. O aynı zamanda servetini de yitirir. Buna karşılık Osmanlı’nın değerler sistemine bağlı kalan Rakım Efendi, romanın sonunda hem mânen hem de maddeten kazanan taraf olur. Rakım Efendi Batılı rasyonellik ölçülerini hiçe sayan davranışlarıyla hem büyük bir zenginlik elde eder, hem de mutluluğa ulaşır.
Ahmet Mithat bu tasvirleri yaparken, Rakım Efendi’nin şahsında İslam dinine önemli bir yer verir. Romanın İngiliz kahramanları, İslam’ın iftihar edilecek bir din olduğunu, aslî değerlerinin Hıristiyanlıktan farklı olmadığını, Hz. İsa’nın ve Hz. Meryem’in İslam’da çok önemli bir yeri bulunduğunu söylerler. Ahmet Mithat, bazen açıkça, bazen telmihler yoluyla İslam’ın değerlerinin Avrupa’nın kültüründen daha yüksek olduğunu anlatır.
Yazarımız ait olduğu geleneğin sağlam temellerinden o kadar emindir ki, Canan’ın bir ‘esir’ kızı olmasını dahi savunur. Ona göre Osmanlı’daki esirlik geleneğiyle Amerika’da Afrikalıların köle olarak kullanılması arasında bir mukayese yapmak mümkün değildir. Hatta İngiliz kızları, Rakım Efendi’nin evinde bir hanımefendi muamelesi gören Canan’ı o kadar kıskanırlar ki, “esirlik buysa, biz de esir olalım!” diye latife yaparlar.
 
Bir Kahraman Yaratmak
Ahmet Mithat’ın yaşadığı kriz döneminde bir kahraman yaratma arzusunda olduğunu görmek zor değil. Bir tarafta Avrupa’nın tahakküm arzusu, öte tarafta Türklerin Avrupa kültürü karşısındaki sarhoşluğu, yeni bir insan tipinin inşasını zorunlu kılar. Rakım Efendi, işte bu “inşa edilmiş” kişidir. Şimdi bugüne gelip kendimize şu soruyu soralım: Türkiye’nin bugün inşa ettiği kahraman kimdir? Daha doğrusu böyle bir kahramanı var mı? Soruyu biraz daha değiştirelim: Bugün Türkiye’nin bir kahramana ihtiyacı var mı? Eğer varsa, Türkiye’nin bugünkü zihinsel ve ahlakî dokusu böyle bir kahraman tasavvur etmeye elverişli mi? Eğer yoksa, tarihten devşirip durduğumuz kahramanları ne yapacağız?
Tarihini bir kahramanlar geçidi olarak okuyan bir milletin bu sorulara, bugün içinde bulunduğu şartlara bakarak cevap vermesi kolay değil. Ben kendi adıma Türkiye’nin bir değil, pek çok kahramana ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Ahlakî rotamızı hatırlatacak, aklı ile kalbini birleştirmiş, bize “nereye gidiyorsunuz?” diye soracak ve sordurtacak kahramanlar...
Fakat benim düşündüğüm, hem hamasetten hem de sahtelikten uzak bir kahraman. Onların mitolojik özellikleri, insan-üstü güçleri yok. O yüzden onları tarih kitaplarının tozlu sayfalarında aramıyorum. Benim kahramanlarım, tıpkı tarihimizdeki selefleri gibi, hayatın “küçük alanları”nı fetheden, onlara mânâ ve derinlik kazandıran; kandırılıp ‘enayi’ yerine konma pahasına nezaketten, dürüstlükten, tokgözlülükten, asaletten ödün vermeyen kişiler. Yürekleri bir kuş gibi hafif ve engin, ağlamaktan korkmayan insanlar. Bunlar, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kahramanlar…
Bu kahramanlar bin bir kimlikte çıkarlar karşımıza. Bazen, torunlarının hasretinden ağıt yakıp onların selameti için sadaka veren yaşlı nenedir. Bazen yolunu kaybetmiş bir amcaya yardım eden liseli gençtir. Bir bakarsınız, sağ elinin verdiğini sol elinin bilmediği işadamıdır. Cemaatini her gün ter ü taze bir neşveyle selamlayan imamdır. Hastasını önce tebessümüyle, sonra ilacıyla tedavi eden doktordur. Gazap ve nefret duygularının ayyuka çıktığı yerde, kendisine ve başkalarına sabrı, metaneti, alçakgönüllülüğü, ruh inceliğini tavsiye eden kişidir. O, etrafındaki çirkinliklerin ruhundaki güzellik özlemini inadına artırdığı kişidir.
Dikkat edin: Bu kahramanlar, size zannettiğinizden daha yakın olabilir!

Paylaş Tavsiye Et